SİZ OLSANIZ HANGİSİNE ÜZÜLÜRDÜNÜZ?
Yaklaşık iki adım ötemde duran siluetle beraber,
burunlarımız birbirine paralel ve aynı yönü gösterir şekilde kasvetli bir
atmosferde, kapalı kapılar ardında, birbirimizin varlığından rahatsız bir
biçimde, öylece bekliyoruz. Ara sıra konuşanlar oluyor, havada uçuşan bazı
sözcükleri görüyorum, kimisi benim ağzından çıkan, önce asılı kalıyor, bakıp ne
söylendiğini anlamaya çalışıyorum. Benim ağzımdan çıkan sözcükler dâhil havada
asılı kalan sözcüklerden hiçbir mana çıkartamadığımı fark ediyorum. Sözcükler
bana göz kırpıyor ve sonra kapalı ortamın tek oksijen kaynağı yarı açık camdan
dışarı, kaçar adım uzaklaşıp gidiyorlar. Geride boşuna söylenmiş sözcükler
yığını ve sözcük yığınlarının kâğıda olan izdüşümü kalıyor.
Hâlbuki gözlerimizin paralel olarak sonsuzda
buluştuğu değil de, dikine, birbirine içine, derinliklerine baktığı zamanlar
çok da eski değil. O günden sadece altı ay kadar önce, İstinye sahilinde,
geceleri kurulan “seyyar çay bahçesi”’nde, odun ateşi ile demlenmiş, ince belli
bardakta servis edilen çaylarımızı yudumlarken gözlerimin içerisine uzun uzun
bakıp “huzuru, dinginliği, güveni, hayatı, bu hayata dair anlamlandıramadığım
ne varsa hepsini gözlerine bakınca anlıyorum” dediğini hatırlıyorum. Ay denizin
üzerinde kabardı, renkleri birbirine karıştı, gökkuşağında bile olmayan bir
renk oldu, kalemimi o renge batırdım, bana o gün söylediği sözleri ruhumun en
beyaz sayfalarına yazdım. Bugün havada asılı duran, sonra camın kenarından
gökyüzüne salınan o sözcüklerle beraber ruhumda yazdıklarım da uçtu gitti…
Hâlbuki birbirimizin varlığından rahatsız
olmadığımız, tam tersine birbirimize yakın olabilmek, daha da yakın olabilmek
için can attığımız zamanlar çok da eski değil. Bundan sadece üç ay kadar önce
yaklaşık 12 saat sürecek dönüş otobüs yolculuğumuz için, daha yeni yeni
yaygınlaşmaya başlayan aracın sol yanında tek, sağ yanında ise çift koltuğun
olduğu otobüsün koltuklarında yerimizi aldığımızda, ilk defa bir otobüs
yolculuğunda sarmaş dolaş olamayacağımızı anlayınca, “İnsanların konforlarını düşündüklerini
biliyorum ama birbirini sevenleri neden düşünmezler bunu anlayamıyorum. Sen bir
çekiç kemiği olsan, ben de bir üzengi, aramıza örs kemiğinin girmesini kabul
edebilir miyim zannediyorsun?” dediğini hatırlıyorum. İtiraf etmeliyim ki ilk
an bu kadarı biraz fazla abartı gelmişti ancak sevdiğim kadının beni bu kadar
yoğun sevmesinin de ruhumu okşadığını söylemem gerekli. Şimdi birbirinden
varlıklarından rahatsızlık duyanlar, üç ay önceki hallerini görseler ne
hissederlerdi acaba? Evet, gerçekten de abartı olduğunu fark ederlerdi büyük
ihtimalle.
Hâlbuki sözcüklerin havada kalıp sonra uzay
boşluğunun derinliklerine gitmediği, bilakis ağzımızdan çıkan her sözcüğün
kulaklarımıza bayram ettirdiği günler bundan çok da eski değil. Elime, daha
önceden yolum hiç düşmeyen bir devlet dairesinden bugün için davetiye gelmeden
birkaç gün önce, tutkulu bir birliktelikten sonra kafanı göğüs kafesime koyup
nefes alışverişimi dinlerken, “Sen hep nefes al olur mu? Sen nefes aldıkça ben
de nefes alıyorum.” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bu sözleri de ruhumun en
beyaz sayfalarına yazmıştım. Hata belki de tam buradaydı “yazmıştım”’daydı.
Senin yazman gerekliydi bendeki deftere sen, sendeki deftere ben yazmalıydık,
ortak olmalıydık yaşadıklarımıza da. Bendeki deftere yaşamak istediklerimi
yazdığımı, duymak istediklerimi not aldığımı şimdi fark edebiliyorum.
Tok bir ses “hayırlısı olsun” dedi. Kasvetli
ortamda, konuşulan onca söz arasında zihnimde kalan tek bu oldu. Sonra ayak
sesleri duydum, birileri dışarı çıktı, karşımda yüzüne aşina olmadığım ancak
tok sesin sahibi olduğunu düşündüğüm kişi öylece bana baktı, üzgün görünüyordu.
Ben de mi üzgündüm, aynadaki aksimi mi görüyordum yoksa? Adımlarının seslerini
bundan sonra duymayacağım birkaç kişi gittikten sonra adımlarımın beni
götürdüğü bir yere doğru gittim. Uyudum, uyandım, bir türlü vazgeçemediğim,
eski karımın bende çok şirin bulduğu, günlük her bir yaprağın arkasında tavsiye
edilen isimlerin bulunduğu takvimden birkaç yaprak koparttım. Takvim yaprağında
tavsiye edilen isim olarak kendi ismimi gördüğüm gün telefonum çaldı. Paslanmaz
olduğu düşünülen ancak doğadaki her malzeme gibi doğada var olduğu haline
dönmeye çalışan, bulmacalarda kısaltması sık sık karşımıza çıkan bir “çeyreğin”
eksik olduğunu ve bir an önce tarafına verilmesini isteyen bir ses duydum.
Telefonu kapattım, bir “yarım” parası gönderdim az önce telefonuma gönderilen
hesap numarasına.
Eğer görüntülü bir tabirler sözlüğü olsa “Neye
üzüleceğini şaşırmak.” tabiri için ayrılıktan birkaç ay sonra kendi kendime
İstinye Sahili’ndeki seyyar çay bahçesinin kenarında şarap içerken ki
fotoğrafımı koymaları ne kadar da manidar olurdu. Siz olsanız hangisine
üzülürdünüz;
Hiçbir zaman biz olmamanıza mı?
Gözlerinizin içine baka baka son ana kadar yalan
söylenmesine mi?
Bundan sonra artık insanlara güvenemeyeceğinize
mi?
Bir çeyrek altın peşinde koşulmasına mı?
Eski eşinizin, hayatınızı ayırmanıza yardımcı olan
avukatıyla aradan daha iki ay geçmeden evlenmesine mi?
Yorumlar
Yorum Gönder