SESSİZ VE SAKİN
Birkaç metre ötemdeki caminin imamının kulak
gıcıklayan sesiyle okuduğu sabah ezanının daha ilk satırında uyandım ve
yataktan sıçradım. Yıllar önce annemin Ramazan ayında sahura kaldırdığı gibi
aynı çeviklikle. Sobalı evimizin sıcak salonuna çağırıyordu gecenin bir yarısı
ve iki büklüm yataktan sıçrayarak sıcak salona gidiyordum. Gözlerimi kapattım
ve huşu içerisine girmeye çalıştım ama bir türlü olmadı. Sesi gerçekten de
rahatsız ediciydi. Rahmetli dedemin mezarının bulunduğu caminin imamının ezan
okumasına dayanamıyordum ve bundan daha kötüsü olamaz herhalde diyordum.
Bununla beraber o kadar kötü olmasa da ona en yakın kötülükteydi bu imamın sesi
de maalesef.
Dizlerim merdiven çıkmayı reddettiğinden beri
yıkılmak için ufak bir sallantı bekleyen bu binanın ilk katına sığınmıştım. Hiç
iç açıcı bir yer olmamasına rağmen emekli maaşımın yarısını buraya veriyordum.
Bir odası bomboştu, benim kaldığım odada ise yatağım vardı. Gerçi yatak demek
çok iddialı olurdu bu durumda, apaçık eski bir çekyattı. Geceleri benim yatağım
gündüzleri ise oturduğum yerdi. Bir tane tepe lambası sarı sarı aydınlatırdı
geceleri odamı. Perdem yoktu, içtiğim sigaralardan dolayı artık griye dönmüş
güneşlikler zaten evime girmek istemeyen güneşi daha da uzak tutuyordu ufacık
evimden.
İmamın ezanı bitirmesini bekledim. En kısa vakit
namazı olmasına rağmen en uzun ezandı. Ezan bittikten sonra banyoya gittim.
Banyo dediğim bir klozet (Eskiden alaturka idi ve bu eve girdiğimde dizlerimi
çok fazla kıramadığım için mecburen yaptırmak zorunda kalmıştım, ev sahibi bir
lira bile düşmedi kiradan bunun karşılığında.), derme çatma bir perde ile
ayrılmış duş alma alanı, ayna ve lavabodan oluşuyordu. Tavan rutubetten
kapkaraydı, yerin renginin de tavandan farkı yoktu. Bacaklarımdan ve
sakallarımdan akan kıllar öbek öbek bir araya gelmiş beyaz fayansların üzerinde
siyah bir katman oluşturmuştu.
Her iki elimi lavabonun yanına koydum. Kafamı
yavaşça kaldırıp yüzüme baktım. Yüzüm yerinde bir boşluk vardı sanki o sabah.
Normalde beyazların arasında tek tük kalan siyah sakallarım olurdu. Yıllar önce
hayatta temelli yalnız kalmaya mahkûm olduğumu anladığım zaman tek tek yolduğum
ve artık olmayan kirpiklerim beyazı sarıya dönmüş gözlerime olduğundan daha da
hastalıklı bir görünüm katardı ama en azından gözlerim olurdu. Gözlerimin
içinde bazen mutsuzluk, bazen hüzün, bazen endişe, bazen fırtına, bazen
bambaşka hisler olurdu. Kocaman olan ve yaşlandıkça daha da büyüyen burnum
olurdu. Kırışıklarla dolu, olmayan saçlarımdan dolayı artık daha da geniş
görünen alnım olurdu.
Korktum bu hiçlikten. Bu hiçlik duygusu beni ne
zaman ele geçirmeye başlamıştı ki? Babamı kaybettiğim zaman mı? Orta yaş
bunalımına girdiğim zaman mı? Hayatımın kadınının beni terk ettiği zaman mı?
Yoksa herkesi ardımda bırakıp izimi kaybettirdiğim zaman mı? Belki de bundan
çok daha öncesi ve çok daha önemsiziydi beni hiçliğin içine çekmesi. Annemin
beni yıkmayı bıraktığı zaman mıydı beni hiçliğe sürükleyen? Yoksa babamın
ayakkabılarımı bağlamayı bırakması mı? Okul gezisiyle Almanya’ya gidemediğim
zaman mı? Sokaktaki tüm çocukları “köktükten” sonra elimdeki bilyelerle ne
yapacağımı bileyemeyip onları çocuklara dağıttığım zaman mı? Kokulu kağıt
koleksiyonumu arkadaşım çaldığı zaman mı? Saçını çektiğim kız benden kaçtığında
mı?
Ne zaman başladığının ne önemi vardı ki.
Hiçliklerle dolu bedenimi namaza hazırladım. Ayaklarımı kuruladıktan sonra
odama döndüm. Her zamanki gibi kıblenin tam tersine serdim seccademi. Dünya
yuvarlaktı ve Allah kulağımı ters elle tutmama alınmazdı. Anlamını bilmediğim
bazı sözlerle namazı bitirdim. Yatağıma tekrar uzandım. Gözlerimi kapattığımda
babamın öldüğü gece onu son gördüğüm an zihnimde canlandı. Beyaz sakalları,
ağzındaki bez, annemin hacı nereye beni bırakıp nereye gittin diye
haykırışları. Onun gibi olmak istediğimi ve hiçbir zaman olamadığımı ve artık
olamayacağımı hissettim. Cenazesi ne kadar da kalabalıktı. Yüzünü ilk kez
gördüğüm yığınla insan ne kadar da güzel sözlerle anmıştı babamı. O günlerde
neden yapıldığını bilmesem de ölümünün yedinci ve kırkıncı günü evde okunan
Kuran’ı dinlemeye de bir sürü kadın gelmişti. Peki ya elli ikisi?
Uzaktaki memlekete topraklarını gömülünce, babamın
ömrünün neredeyse yarısını geçirdiği küçük şehirdeki arkadaşları için bir
etkinlik düzenlenmemişti ve bu da yapılmalıydı. O gün de herkes oradaydı. İlk ev
sahibimiz, yıllarca babamla mesai harcamış arkadaşları, cami cemaati, ilkokuldayken
potaya basket topu yerine (nasıl basket topumuz olabilirdi ki o yaşta?) taş
attığımdan dolayı kulağımı çeken ve aynı zamanda babamın balıktan arkadaşı olan
okul görevlisi, “med”leri yeterince uzatmadığımdan dolayı kulaklarımı çeken
caminin imamı, babamı neredeyse he gün acile taşıyan taksi şoförü, babamla
beraber babasının elli ikisine gittiğimiz arkadaşım (o zamanlar birileri varmış
benim hayatımda da demek ki), yüzüne aşina olduğum ancak isimlerini bilmediğim
onlarca insan… Kadınları doğal olarak göremedim ancak hatırladığım kadarıyla
fazla fazla söylediğimiz ve “elli ikisi” bittikten sonra dağıtılan pilav,
ayran, irmik helvasının ucu ucuna yettiği.
Çıkışa doğru annemle ablamı şişmiş, kıpkırmızı
gözlerle görünce ne kadar da çok ağladıklarını anlamıştım. Cenaze ve düğünün
bire bir aynı olduklarını o gün düşündüğüm daha dün gibi aklımda. Kına
gecesinde gelini ağlatana kadar acıklı acıklı türkü söylerler ya hani, ölümle
ilgili etkinliklerde de benzerdir. İmam acıklı acıklı ilahiler okur ve cenaze
sahibini ağlatmaya çalışır. Başarmıştı da anladığım kadarıyla, ben hariç.
Tavana doğru diktim gözlerimi, sonra saate baktım,
böyle bir “elli iki” hayal ettim kendime. Ölmek için ne kadar da güzel bir
zamandı. Hiçtim, hiçlikler içerisinde kaybolmuştum ama kalabalık bir “elli iki”
hayali içerisindeydim. Gözlerimi kapattım, hiçbir şey yapmama gerek yoktu. İşte
o an öldüm, sessiz ve sakin.
Yorumlar
Yorum Gönder