SARILMAK
Birkaç
günümüzü geçirdiğimiz soğuk köy evinden sıcak şehir evine gitmeden önce yengemin
verdiği köy tavuğunu, ona eşlik edecek pilava yataklık yapacak tereyağını,
sabahları güne başlayacağım acı balı, rahmetlinin bahçesinde büyüyen, yengemin
toplandığı yeşillikleri, önceki akşam yediğimiz patlamış mısırın patlamamış
halini, bir dönem zayıflamak için yediğim ancak şu an ağzıma sürmediğim karalahanayı,
akşamları annemi ziyaret ettiğimde yoğurdun içerisinde mideme girmek üzere
şekerini salacak yeşil elmaları, hafta sonu kahvaltılarında rengiyle bizim
köyden geldiğini hatırlatacak yumurtaları bavula ve çuvala yerleştirmeye
çalışırken kapıya birisi vurdu varla yok arasında. “Hazırlanıyor muydunuz?”
diye sordu dedem. Sorunun cevabını biliyordu da öylesine giriş cümlesi olarak
kullandı bunu. Omuzları son gördüğümden daha da göçmüştü. Paltosunun içerisinde
eğilmeye ve ufalmaya başlayan bedeli çok daha ufak görünüyordu.
Rahmetlinin
gecesini geçirdi yere buyur ettik. Ben yanına oturdum, annem de karşısına. Babaannemi
anlattı önce uzun uzun. Ben onsuz buralara hiç sahip olamazdım dedi. Hamile
haliyle, sırtında da çocukla tarlaları ektiğini anlattı. Sesi git gide
çatallandı. Titreyen sol eliyle Anadolu’daki dedelerin giydiği desenli papağını
(kulakları örmeyen bir nevi şapka) azıcık kaldırarak sağ eliyle neredeyse hiç
kalmamış saçlarını kaşıdı. Sonra bembeyaz sakalını sıvadı. Kendi ağırlığına
ters gelecek biçimde hızlı bir gözyaşı damlası düştü yere. O kadar sessizdi ki,
yere damlayan gözyaşının sesi kulaklarıma çalındı. Babamı nefes alırken son
gördüğümde odasından çıkışa doğru giderken ağır ağır yürürken gözümden düşen
yaşların çıkardığı sesler gibiydi. Yutkundum. Sonra ağlaya ağlaya konuştu
dedem. Kırışık yüzünden sakallarına inen yaşları silmeye çabalarken babamı
anlattı biraz, sonra yıllar önce kaybettiği diğer oğlunu ve şimdi ne kadar yalnız
olduğunu. Oğlu vardı yanında, torunu da, torununun çocukları da. Yine de yalnız
hissedebiliyordu zira annesi yoktu, babası da. Yıllarını beraber geçirdiği eşi
de.
Otobüse
binip İstanbul’a doğru yola çıktıktan sonra annem doktorların teşhis
koyamadıkları sırtındaki yumrunun biraz daha büyüdüğünü söyledi. Onu rahatlatacak
şeyler söyledim, gerçekten de çok ciddi olduğunu düşünmüyordum. Bir an için,
sadece bir an için annemin de beni bırakabilme ihtimali yüreğime oturunca
başımdan aşağı kaynar sular dökülecekmiş gibi hissettim. Annem uyudu yol
boyunca, benim gözüme ise uyku girmedi hiç. Babam gideli daha yeni 3 ay
olmuştu, annem de giderse ben ne yapardım? Beni sonsuz sevebilecek ondan başka
kimse var mıydı? Dedem yıllar önce babasını ve annesini kaybedince kime
sarılmıştı, şimdi gözyaşları içerisinde andığı eşine mi? Peki, ben
kimse sarılacaktım? Deli gömleği giyip kendi kendime mi? Yoksa yastığa mı?
Uzun bir
yolculuktan sonra eve vardık. 4 katlı binanın girişinde köyden getireceğimiz
malzemeleri yukarıya nasıl çıkartacağımı kara kara düşünürken annem “ben de
yardım edeyim” dedi. İzin vermedim, bavulun ve çuvalın içerisindekileri
boşaltarak parça parça yukarıya taşıdım hepsini. Yukarıya yavaş yavaş her
çıkışımda nefes nefese kalan babam gözümün önüne geliyordu. Aşağı yavaş yavaş
inişimde ise babamı son kez merdivenlerden inişimi hissedebiliyordum. Son yükü
kapı önüne bıraktıktan sonra anneme sahile gideceğimi söyledim ve o kadar
yorgunluğa rağmen evde dinlenmek yerine kendimi yürürken buldum. Babamın sahile
inerken ki adımlarını bulmaya çalıştım. Onun adımlarını takip ettim ve onunla
son kez balık tuttuğumuz yerde kendimi tek başıma otururken buldum.
Otururken
dedemi düşündüm, sonra babamı, sonra annemi… Sıra kendimi düşünmeye geldiğinde
öylece kaldım. Dedemin akıttığı gözyaşlarından birkaç tanesi sakallarımdan
denize doğru düştü. Sonra eve gittim ve köyden gelen tereyağı ve yumurta ile
beraber annemin hayatta olmasının tadını çıkarttım.
Yorumlar
Yorum Gönder