HAYATIMI KURTARANLAR
Son cümlede söylemek istediğimi daha net ve ne
kadar önemli olduğunu anlatabilmek için aşağıdaki satırları yazıyorum!
Üniversite ergenliği diyebileceğimiz dönemde aile
şehrine 2 saat uzaklıktaki koca şehre gitmek üzere hazırlanan çantanın
içerisine annem ısrarla kahvaltıdan kalan sigara böreklerini de koymak
istiyordu. “Aman anne ne gerek var” demiştim her zamanki gibi. “Olsun evladım,
şimdi toksun diye istemiyorsun ama “eve gidince iyi ki götürmüşüm” diyeceksin”
diye karşılık vermişti. Oflaya poflaya (kalbini biraz kırdığımı hissetmiştim
oflarken, “aman ne halin varsa gör o zaman” demedi, anneydi o.) çantaya
koyduktan sonra otogara ve oradan da yola çıktım.
Yolculuğun ilk bir saati her zamanki gibi yolcu
almak için dur kalkla geçti, alışmıştım buna. Gerçi bir gün çok param olacaktı
ve bu iki şehri birbirine ekspres sefer yapan otobüslerle bağlayacaktım. Yine
bu hayalimin içerisinde dolanırken otobüs gişelerden geçip otobana
bağlanıyordu. Otobana bağlanmak demek, çok derin uykuda olsan bile dağıtılan
kek ve kola için uykudan uyanabilmek demekti. Servis tepsisinin içinde hem
kakaolu hem de meyveli kekler vardı, muavin rastgele dağıtıyordu. O an benim
için hayattaki en büyük heyecan bana hangi tür kekin geleceğiydi. Bu sefer de
şans benden yana değildi, kakaolu keki yemek zorunda kaldım. “Meyveli kek
isteyebilir miyim” diye soramadım, çekindim. Neden çekiniyorsam artık!
‘Gideceğiniz şehre 40 kilometre var’ tabelasını
görünce artık vardık diye hissediyordum zira geniş otobanda duraksamadan kısa
sürede otogara varabiliyorduk. O gün şehir nahoş bir trafikle karşıladı son
model otobüsümüzü. Dura kalka, normalden yarım saat kadar geç vardık otogara,
oradan metroya ve sonrasında eve. Ağır çanta omuzlarımı acıtmıştı ama varmıştım
sonunda. Çantayı öylece bir kenara attım ve televizyon karşısına geçip
bacaklarımı uzattım. Omuzlarımda taşıdığım ağır çanta gibi bir anda açlık çöktü
bedenime. Bazen öğlene doğru olan, şekerimin hızla düşüşünü kademe kademe
hissettiğimdeki gibiydi. Hızla dolaba gittim, tam takırdı her zamanki gibi.
Sipariş versem en iyi ihtimalle yarım saate gelirdi. Dışarıya çıkmaya mecalim
yoktu. Çaresizlik içinde ne yapacağımı düşünürken birden annemin çantama
tıktığı, tıkmak istediği için kalbini kırdığım sigara börekleri geldi. Çantayı
açtım, börekler beni bekliyordu. Nefessizce yedim. Annem her zamanki gibi
kurtarmıştı beni.
Tamam, en fırlama çocuk değildim mahalledeki ama
sus pus olduğum da söylenemez. Burada mahalle deyince aklınıza onlarca
caddeden, sokaktan oluşan bir muhit gelmesin, mahalle derken bizim sokağı
kastediyorum. Alt sokaktakilerle aynı mahallede olmamıza rağmen mahalle maçı
yapardık, ismi hiçbir zaman sokak maçı olmamıştı.
Sokağın başında ana caddeyle kesişim noktasında
bulunan salıncaklarda arkadaşlarla misket oynarken çok keyifliydim. Keyifli
olmamın nedeni oyun oynamaktan ziyade oyunda kazanıyor olmamdı, gerçi kim
kaybettiği bir oyundan keyif alırdı ki zaten. Sıra bende, üçgenin içerisinde
bulunan bir misketi gözüme kestirmiştim. Kızlar bilmez, gençler hatırlamaz diye
oyunun kuralını size kısaca hatırlatayım. Üçgen içerisinde bulunan bir misket
dışarı çıktıktan sonra rakibinizin misketini vurduğunuz taktirde tüm misketler
sizin olur. Tabi tek tek de üçgen dışına misketleri yollamak bir başka yol,
burada dikkat etmeniz gereken üçgenin içine düşmemek. Eğer bir şekilde üçgenin
içinde kalırsa misketiniz, karşı taraf tüm misketleri alır. Gözüme kestirdiğim
misketi vurduktan sonra oradan kendimi sektirerek arkadaşımın misketine
yaklaşmaya ve onu vurarak kestirmeden oyunu kazanmaya karar verdim.
Tüm konsantrasyonumu vuracağım ve kayacağım
misketlere vermişken bir bağırış çağırış kopmaya başladı, çocuklar koşuyordu.
Kimisi üçgene bastı, misketleri yuvarladı. Sinirlendim, bir yandan da anlamaya
çalıştım ne oluyor diye.
Tasmasız bir köpek hızla üstüme doğru geliyordu.
Öylece kalakaldım, daha beş yaşındayken beni kovalayan, sonrasında üzerime
çıkan köpek geldi aklıma. O an uçmak istedim ya da koşmak ya da yeraltına
saklanmak. Hiçbirini yapamadım, ayaklarımda zincirler, gözlerim kapalı, köpeğin
üstüme çıkmasını, beni ısırmasını bekledim.
Devrilmeyi beklerken uzaklaşan bir inleme duydum.
Babam elinde sopayla, köpek tam da üstüme çıkacakken araya giriyor. Babam her
zamanki gibi kurtarmıştı beni.
Basket oynamak benim için kendimi bildim bile bir
tutkuydu. İşin en güzel yanı, oynamak için kimseye ihtiyacın yoktu. Bir pota ve
bir top yeterli. Potanın her zaman boyumun neredeyse iki katı yükseklikte
olması da gerekli değildi. Bazen bir çöp kutusu, bazen de dolabın kapısının
yarı açıklığı yeterliydi oynayabilmek için. Benim için bu tutku, ilkokuldaki basketbol
seçmelerinde alınacak son oyuncu için finale kalan ben ve okul aile birliği
başkanın çocuğu arasındaki seçimde, şimdi baktığımda doğal gördüğüm, onu seçen
koç yüzünden bir mesleğe dönüşmemişti.
Heyecan içerisinde gittiğim okul bahçesinde
şanslıydım ki kimse yoktu. Orada öylece kendi kendime kaç maç yaptım
bilmiyorum. Yorgunluktan bitkin bir vaziyetteydim. 3 tane arka arkaya uzak
mesafeli başarılı atış yaptıktan sonra gitmeye karar verdim ancak bir türlü
olmuyordu. Küçük bedenim atamadıkça yoruluyor, atışlarımın da başarı oranı gitgide
düşüyordu.
Yorgunluktan bitap düştüğüm bu son anlarda birkaç
serseri okul bahçesine girdi, bana doğru geliyorlardı. Yapacakları şey
belliydi: topumu önce birkaç atış yapmak için alacaklar ve sonrasında ya topu
alıkoyacaklar ya da ayaklarıyla topa vurup caddeye atacaklardı. Topu alıp
kaçmamın hiçbir manası yoktu zira her an bir yerde karşıma çıkabilirlerdi.
Çaresizce gelmelerini beklerken “en azından topumla son birkaç atış yapayım”
derken ablamın sesini duydum. “Hadi gel annem seni çağırıyor.” Serserilerin
yazılı olmayan bir kuralı vardı: eğer abla çağırırsa çocuk gider ve ona
dokunulmazdı, öyle de oldu. Ablam her zamanki gibi kurtarmıştı beni.
Yaşımın başına 3 rakamı geldiği, orta yaş
bunalımına girdiğimi hissetmeye başladığım, çoğu beyaz yaka gibi ‘güneye inmek
lazım azizim’ klişeleri içerisinde nefes almaya çalıştığım, “bunca şeye
sahipken neden mutsuzum, ben bu hale nasıl geldim, doktorayı bir gün
bitirebilecek miyim, o yurtdışı eğitim bursuna neden başvurmadım ki, neden
ısrarla günde en az 3 saatimi yolda geçirmeye inat ediyorum, neden bazen
kendimi çok yakışıklı hissederken bazen kendime aynada bakmaya tahammül bile
edemiyorum, okuduğum kişisel gelişim kitabı neden işe yaramıyor, ben çocukken
de böyle miydim, lisedeyken benden hoşlandığını bildiğim kızla gidip neden
konuşmadım, neden aylardır sinemaya gitmiyorum, neden yazdığım kitabı bastırmak
için uğraşmıyorum, neden doğru düzgün bir sitede yazılarımı paylaşmıyorum” gibi
soruların içerisinde kaybolduğum, cevap veremedikçe daha da dibe doğru gittiğimi
hissettiğim bir zaman diliminde onu karşımda buldum.
Her zamanki gibi hayatımı kurtarmıştı cümlesindeki
her zamankinin ilki onu ilk gördüğüm anda gerçekleşmişti. Annem, babam ve
ablamdan sonra artık o da vardı beni hayata bağlayan.
Merhaba hayatımı kurtaran.
Yorumlar
Yorum Gönder