HUZURSUZLUK
Ara sıra öten, ne olduğunu bilmediğim kuşun sesi, bayrağı hafifçe dalgalandıran, altında oturduğum ve gölgesine sığındığım ve yine olduğunu bilmediğim ağacın yapraklarının sesiyle ahenkli biçimde sessizliğin içerisinde süzüldü. Tenime dokunan esinti, gölgenin altında bir an vücudumu diken dikenyaptı. Halbuki birkaç adım öteye güneşin altında çıksaydım terlemeye başlayabilirdim. “Müjgan” isimli ufak tekne limana yanaştı. Emekli oldukları belli iki tıknaz yaşlı delikanlı elleri boş dönüyor gibiydiler ancak beyaz sakallarının arkasına sakladıkları gülümsemeleri bu ufak gezintiden keyif aldıklarını gösteriyordu. Önce kuşlar mı sustu yoksa salanın sesini duyduklarından dolayı saygı gösterisi olarak mı sustular bilmiyorum ancak o saatte alışkın olmadığım bir biçimde sala okunmaya başlandı. Müezzinin sesi ağlamaklı gibiydi, sesinin titremesini anlamamak imkânsızdı. Kitap okumaya devam edemedim. Tam adem elmamda bir düğüm belirdi. Müezzinin titreyen sesi git gide gürleştikçe sanki bağıra bağıra ağlıyordu. Sonra sustu. Rüzgâr kesildi. Bayrak dalgalanmaktan vazgeçti. Kuşlar bağırmaya başladı. Kuşların sesleri şiddetlenerek arttı. Müezzin ağlamaya başlamıştı ve sanki onun sesini kimse duymasın diye uzun uzun yüksek sesle ötmeye devam etti.
Huzursuzluk tüm benliğimi ele geçirdi. Etrafıma bakındım. Az önce de buradaydım ve ondan bir süre önce daha. Huzurun resmini çizerken şimdi aynı yerde nasıl olabiliyordu da huzursuzluğun içerisinde kıvranabiliyordum? Baktığım gözler aynı değil miydi, işittiğim kulaklarım, esintiyi hissettiğim tenim… Ruhum ağırlaştı. Oturduğum plastik sandalyeden doğrulmaya çalıştım. Bedenim külçe gibi ağırdı, kalkamadım. Huzursuzluğun altında eziliyordum ve işin kötüsü her adım atmaya kalktığımda beni yerime daha da yapıştırıyordu.
Gerçekte var olup olmadıklarını bilmediğim bazı insanları etrafımdaki muşamba örtü ile kaplı plastik masalarda oturuyorlardı. Birbirleriyle konuşuyorlardı aslında ancak onlara baktığımda karikatürlerdeki konuşma balonları gibi balonlar vardı her bir masanın üzerinde ve kısa birkaç kelime yazıyordu. Masaların birinde bir çift vardı. Kadının kafasının üzerindeki baloncukta “sana güvenmiyorum” yazıyordu. Bir diğer masada dört erkek oturuyordu. Üçü, geri kalanını sağ ellerinin işaret parmaklarıyla gösteriyordu ve bunların tepesinde “bunun suçlusu sensin” yazıyordu. Kalabalık bir masa vardı ve mucizevi bir biçimde masanın ortasında ne olduğunu görebiliyordum. Masa bir mezarlıktı ve herkesin tepesinde “onu sen öldürdün” yazıyordu. Bir masada yaşlı bir adamla onun yarı yaşındaki bir erkek oturuyordu. Yaşlı adamın tepesinde “ne kadar sorumsuzsun” yazıyordu. Bunlar gibi yüzlerce masa vardı. Orasının bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. O masalarda da insanlar oturuyor ve tepelerinde görmekte zorlandığım ancak var olduklarını bildiğim baloncuklar vardı.
Bir damla değdi bedenime sık yaprakların arasında kendisine yol bularak, ondan sonra bir damla daha ve bir damla daha. Nasıl oluyordu da bunca yaprak arasından kendisine yol bulabiliyordu bunca saf su tanecikleri. Kafamı yukarı kaldırdım. Var olduğunu düşündüğüm yaprakların orada olmadığı gördüm. Kuru bir ağacın altında oturuyormuşum meğerse ki. Başımı tekrar normal pozisyonuna getirdiğimde masamda bir karganın bana bakar olduğunu gördüm. Meğerse ki ne olduğumu bilemediğim kuş kargaymış.
Yorumlar
Yorum Gönder