BİR YOL SOHBETİ
Son üç aydır hemen
hemen her hafta içi iş çıkışı olduğu üzere yine fabrika müdürü ile beraber
İstanbul yollarına düşmüştük. Bu kadar yolu her ikimizin de çekiyor olması
birbirimizi daha iyi anlamamıza kimi zaman yetiyor olsa da pilimiz bitmiyor
değildi. Ben daha 20’lerimin ortasında, o ise 50’lerinin. Aramızda neredeyse 30
yıl var ancak aynı üniversiteden mezun olmanın getirmiş olduğu ortak paydadan
yola çıkarak başlayan ilk sohbetlerin sonunda sürekli konuşacak bir konu
oluyordu aramızda. Her ne kadar o konuşmayı fazlasıyla sevse de ben de ara sıra
lafa giriyor ve anlatıyordum.
Yanımdaki, daha 3 ay
öncesine kadar varlığından haberdar dahi olmadığım adamla konuştuğum kadar ömrü
hayatım boyunca babam ile konuşmamışımdır. Bu garip durum benden mi yoksa
babamdan mı kaynaklanıyor emin değilim. İyi insandır, konuşursan konuşur, her
baba da olduğu gibi sevgisine belli etmemeye çalışır. Kimi zaman ona biraz
yaklaşsam onun da bana karşı adım atacağını hissetsem de olmuyor nedense.
Ailece çekindiğimiz fotoğraflara bakıyorum, sürekli annemin yanındayım. Bu
klasik “Erkek çocuklar annelerini, kız çocuklar babalarını daha çok sever”’den
biraz daha fazlasıydı.
Ablamın çektiği,
annemin, babamın ve benim olduğum bir fotoğrafa bakıyorum da arada sırada,
anneme nasıl sarılmışım ama babam ile aramızdan neredeyse araba geçecek.
Annemin çektiği, babamın bir tarafına benim, bir tarafına da ablamın oturduğu
fotoğrafa bakıyorum bazen de. Annemin fotoğrafı çekerken “sarıl evlatlarına”
dediği daha dün gibi kulaklarımda o fotoğraf çekileli yıllar geçmiş olmasına
rağmen. Babam bir kolunu ablamın, diğer kolunu da benim omzuma atıyor. O kadar
garipsiyorum ki bu durumu hafifçe ön tarafa eğiliyor, büzülüyorum. Ben ellerimi
dizlerimin üzerinde birleştirmiş fotoğraf çekilse de gitsek gibi dururken ablam
babama iyice sarılmış bir vaziyette poz veriyor. O karenin sonrasını da
hatırlıyorum, yerimden hızlıca kalkıyorum.
O akşam yine fabrika
müdürü ile yollardayken yaptığımız konuşmayı babam ile yapabilmeyi, ona
içimdekileri dökebilmeyi ne kadar da çok isterdim hâlbuki.
Fabrika müdürü yine
komutayı eline almıştı. Bir yandan sigara içerken diğer yandan arabayı benim
sinirlerimi denemek istercesine yavaş kullanıyordu. Bir diğer yandan da lafını
kesmemem için olabildiğince hararetle anlatıyordu içindekileri. İçerisinde
bunca yıllık birikmişlik, yalnız yaşam, asosyal bir düzen. Zor geçen hayatından
anekdotlar anlatıyordu bana.
“Tüm çabalar o imzayı
atana kadar, ondan sonra sıradan bir yaşama adapte oluyorsun bir şekilde. Bak
şu göbeğime, boşandığım eşimle evlenmeden önce filinta gibiydim. Öyle abartı
yaptığımı da düşünme sakın, İstanbul bölgesinde vücut geliştirme yarışmasında
üçüncülüğüm vardı. Göbek möbek hak getire, elinle tek tek sıkabilirdin karın
kaslarımı, göğüs, kollar keza aynı şekilde. Hem insan eşiyle rahat edemedikten
sonra niye evlensin ki? Onunla ortak bir yaşama girmişsin, yok şu yemeğe, yok
şu içeceğe dikkat et. Yok, artık daha neler, ben böyle yiyip içmekten rahat
ediyorsam öyle yaşarım. O istiyor diye kas yapmadım ben, o istedi diye de
boşanırken ki kilolarımı veremezdim.”
O kadar hızlı
konuşuyor, aynı zamanda daldan dala atlıyordu ki sigarasından bir nefes
çektiğinde konuya ben de girecek, içimdekileri anlatacak oluyordum ama bir
türlü başarılı olamıyordum.
“Nişanlıyken her akşam
onun yanına giderdim. Bakırköy’den çıkar, Selimpaşa’ya kadar gelirdim. O
zamanlar araba nerede, o günün yorgunluğu ile beraber otobüse atlar, ayak,
tıkış tıkış bir vaziyette, hınca hınç trafikte, şimdiki gibi olmayan, köstebek
yuvarlarını kıskandıracak haldeki yollarda giderdim evlerine. Bir iki saat
durup aynı yolu geri teperdim. Son otobüsü kaçırdığım zaman otostop yaptığım da
olurdu. Gecenin bir yarısı eve vardığımda babam bana acıyan gözlerle bakar ve
“Ne diye kendine bu kadar eziyet edersin? Yarın öbür gün zaten evleneceksin,
onu bir ömür boyu göreceksin. Neden birbirinizi tüketiyorsunuz ki?” derdi.
Babam ki onunla
evlenmemi istememesine rağmen ısrarlarıma dayanamayarak sonunda istemişti o
kızı bana. Kızı istememesinin de nedeni ne biliyor musun? Kız nasıl olur da her
akşam dışarıya çıkarmış? Böyle kızdan hayır gelir miymiş? Gerçekten de daha
nişanlanmadan her akşam dışarıya çıkardık. Her akşam ailesine bir yalan söyler
ve benimle buluşurdu. Babam da dediğim gibi böyle kızdan hayır gelmez dedi ama
onunla evlenmek istediğimi, aksi takdirde evi terk edeceğimi söylememden
çekinmiş olacak ki zoraki de olsa kızı istemeye razı oldu. Ben halen
şaşırıyorum kendime nasıl da babama karşı o kadar sert çıkabilmişim. Yıllar
sonra eşimden ayrılırken de en fazla karşı çıkan o olmuştu. “Ne oldu, birbirinizi
bu kadar çok seviyordun? Onun uğruna bana sert çıkmıştın?” derdi. İğnelerdi de
arada sırada.
Sırf çocuklarımız için
babamın da tavsiyeleriyle bir süre daha beraber olduk ama sonra boşandık. Aşk,
şu bu bunların hepsi hikâye. Bir yerden sonra bunların tamamı rutine
bağlanıyor. Evlenirsin, ilk birkaç yıl canımdı, cicimdi geçer. Bir yerden sonra
sıkılmaya başlarsınız birbirinizden. Görmek görüşmek istemezsiniz. Şunu da
söyleyeyim, bir noktadan sonra iş, ilişkide hâkimiyet kurma evresine geliyor.
Kim kimin üzerine ne kadar basabilirse. Benden bir isteği olduğu zaman hemen
yerine getirmezdim, çünkü bilirdim ki ben istediğini istediği zaman yaparsam
daha da fazlasını isteyecekti benden. Zaman zaman ağzına bir parmak bal da
çalardım tabi. Ama dediğim gibi her sürekli değil. Sırf o istedi diye çok az
şey yapmışımdır evliliğimiz boyunca.
Aslında babam haklı,
birbirimizi tüketmenin alemi yoktu ki evlendikten sonra zaten canın çok fazla
beraber de olmak istemiyor. Bir zaman sonra şehvani dürtüler de bastırıldıktan
sonra çekiciliğini daha da fazla yitiriyor. Gitsin kendisini ne yaparsa yapsın
bana dokunmasın da, böyle düşünüyorsun bir yerden sonra. “Ama eskiden böyle
değildi, sürekli beraber bir şeyler yapardık, gezerdik, konserlere giderdik.
Şimdi neden böyle yapıyorsun?” diye çok soruyordu bana. Eskiden dediği
evlenmeden önceydi. O imza bir kere atıldı mı olay bitmiştir aslında. Kimisi için
rutine bağlama o imza ile biter, kimisi için bir, kimisi için iki yıl sonra.
Mutlaka bir zamanı vardır o heyecanı kaybetmenin. Belki de normaldir bu. Hep
aynı kıyafeti giymezsin ki ya da derler ya hani hep aynı yemek yenmez, ya da
bir kurda bir kuzu yeter mi diye.”
O konuşurken aklımda o
kadar çok şey geçti ki. Söylediği her cümleye, her argümana karşı bir cevabım
vardı aslında. Lafa girmeye her niyetlendiğimde başarısız bir uğraşı içerisinde
olduğumu fark ettiğim ve konuşmaktan yorulmasını bekledim. Kurt, kuzu
deyimleriyle beraber bir anda sustu. Belki de bana anlattıklarından sonra eski
eşiyle yaşadıkları gözlerinin önüne yeniden gelmiştir. Birkaç saniyelik
beklemeden sonra sıranın artık bana gelmiş olduğunu anladım. Boğazımı
temizledim. Sahne benimdi artık.
“Herkesin aşkı kendine
özeldir ya, ben de öyle hissediyordum aslında. Biteceğini hiç düşünmemiştim
yaşarken, öyle bir ihtimal yoktu benim için, ona göre de yaşıyordum zaten.
Dediniz ya eskiden sürekli giderdim yanına, evlendikten sonra ise gerek yok böyle
şeylere. Her iş çıkışı arabayı olabildiğince hızlı kullanıp evin yakınlarına
bir yere bırakıyordum. Oradan hızlıca otobüse, oradan vapura, oradan da otobüse
ve en sonunda sevgilimin yanına varıyordum. Emanet araba olunca insan biraz
daha pimpirikli olur, başına bir şey gelsin istemez ya ben de bunu normalde
fazlasıyla düşünüyordum. İstanbul’da çok nadir olan imkânlardan birisine
sahiptim ve oturduğum bina da otopark vardı. Otoparka götürmüyordum arabayı,
gideceğim yöndeki en yakın otobüs durağının oraya bırakıyordum ki sevgilim
yanına bir an önce varayım. Varsın arabaya bir şey olsun, ne yapalım. Ben de
sabah biraz daha erken kalkayım evden arabaya yürümek için, ne olur ki?
Sevgilimi biraz daha fazla göreyim, benim için yeter.”
Sözümü bölecek gibi
oldu ama ben daha hızlı davrandım ve konuşmaya devam ettim. O da anlamış olacak
ki içimde birikenleri konuşmamın sonuna kadar lafımı bölme girişiminde
bulunmadı. Yalnızca bol bol sigara içti ve camı açtı, rüzgâr sesinden dolayı
daha yüksek sesle anlatmama neden oldu. Ne var ki bu benim daha da hoşuma
gitti, sesim gürleyerek, içten konuşmam daha da derinleşerek devam etti.
“Ben o kadar yol tepip
sevgilimin yanına gidiyordum ya, seviniyordu gittiğimde. Boynuma sarılıyordu.
Koku alma hissiyatının ne kadar güzel bir duygu olduğunu onunla beraber
hissediyordum ben. Ona sarıldığımda, vücudunun sıcaklığını kendi vücudumda
hissettiğimde, kokusunu ciğerlerimin içine çektiğimde, yaşamanın, onunla
beraber yaşamanın ne kadar özel bir duygu olduğunun farkına varıyordum. Belki
yıkanmamıştı kaç gündür ya da yorucu bir gün sonunda duş almaya henüz vakti
olmamıştı. Ama bir defa bile onun kötü koktuğunu hissetmedim. Buram buram benim
sevgilim kokuyordu ve ben bu kokuyu alabilmek için her gün iş çıkışı onun
yanına giderdim. Gecenin bir yarısı eve döndüğümde onu ne kadar özlediğimi fark
ederdim ve gözlerimden akan yaşlara engel olamazdım. Sessiz gözyaşlarıydı
bunlar. Göztepe, minibüs caddesinden evime doğru giderken attığım her adımda
ona olan aşkımın şahitleri akardı gözlerimden. Yorgun bedenim eve doğru gitmek
istemezdi, ev arkadaşlarımın beni o halde görmelerini istemezdim. Ben de gider
otururdum kuytu bir köşeye ve hıçkıra hıçkıra ağlardım neden sevgilimle
uyuyamıyorum diye. Eve vardığımda sevgilimi arardım, ona, onu ne kadar özlediğimi
anlatırdım. Onun kokusunun sindiği bir tişörte sarılır ya da beraberce
çekindiğimiz bir fotoğrafa baka baka uyurdum. Sabah uyandığımda sevgilimin
kokusuna duyduğum özlem çepeçevrelerdi etrafımı. Kokusunun sindiği eşyaları
koklardım, Ahmet Ümit’in kitabında belirttiği -Aşk köpekliktir- olgusunun
farklı bir boyutuydu bu belki de. Ne yalan söyleyeyim bir köpek gibi onun
kokusunu arardım her bir yanda. Fotoğrafına yumuşak bir dokunuş attıktan sonra
evden çıkıp arabaya doğru giderdim. Giderken de mutlu olurdum biraz, önceki
akşam sevgilimi görebilmek için arabayı uzaklara bırakmıştım. Her ne kadar
fiziksel olarak kendimi yorgun hissetsem de o akşam yine onun için yollarda
olacağımı biliyordum.”
Gözlerim dolar gibi
olmuştu, yutkundum. Bana baktığını sanmıyorum ama söylediklerimden
etkilendiğini de hissediyordum her nedense. Yoksa lafa girer alakasız bir
konudan konuşmaya başlayabilirdi. Anlatacaklarım bitmemişti henüz.
“Canım bir şey istediği
zaman yapmaya, almaya etmeye üşenirim kimi zaman. Tuvaletiniz gelir ama yatağın
sıcaklığını bozmak da istemezsiniz ya, ben de keyfimi bozmak istemem genelde.
Ama ah o benden bir şey istese, yorgunlukmuş, şuymuş buymuş dinlemez ne yapar
eder onun istediğini gerçekleştirirdim. Kendi keyfimi yerine getirecekleri
yapmaya üşenirken sevgilimi mutlu edecek ne varsa yapardım. Bilirdim ki benim
keyfimi asıl yerine getirecek benim bebek yüzlü sevgilimin bana gülen gözlerle
bakması, gülmesi, aşkla dokunması, beni sevmesiydi.
Hiçbir zaman sevgilimi
kısıtlamadım, ben zaten kimdim ki onu kısıtlayayım. O da kendi başına bir
bireydi. Sadece bana bilgi verirdi, ben de bana haber verdiği için teşekkür
ederdim. Belki içten içe –hayır gidemezsin, bu akşamı beraber geçireceğiz, otur
oturduğun yerde- gibi onu sahiplendiğimi gösteren emir kipleri kurmamı isterdi
ama yapamazdım. Ona kötü bir söz söyleyemezdim, onun kalbini kıracak bir şey
yapamazdım. Tam tersine onu teşvik ederdim arkadaşlarıyla buluşması için,
gezmesi eğlenmesi için. Ne de olsa bir ömür boyu beraber olacaktık, arkadaşları
bugün var yarın yoklardı. Ama içim de içimi yerdi. Onun hasretine dayanamazdım.
Elim telefonda sürekli onun aramasını beklerdim. Telefon her çaldığında
heyecanla telefona bakar, onun ismini göremediysem içime bir hüzün yayılırdı. Hiçbir
zaman bilmedi o ama yanımdan ayrılmasını hiç istemezdim onun. Sürekli yanımda
olmasını isterdim ama bunu ona söylemedim. Demiştiniz ya bıkılıyor, zamanı var
diye. Bilmiyorum benimle benzer hissiyatları yaşadınız mı ama ona olan aşkım
bitmeyecekti. Onunla savaş içerisinde, hâkimiyetimi kabul ettirmenin içerisinde
değildim. Benden bir şey istediğinden ben on mislini yapardım onun için.”
Sustum. Çaktırmadan ona
baktım. Bıyık altından hafifçe güldü. O an bana ne soracağını anladım.
“Peki, şimdi neden
yalnızsın? Bu kadar âşık olduğun kız nerede?”
Yorumlar
Yorum Gönder