İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

Çalıştığım yerden çok mutlu olduğumu söylemeliyim sizlere. Yazları dışarıya attığımız masaları saymazsak 7-8 masa sığdırabiliyoruz içeriye. Ortada ev tipi bir soba ki zaten bir evden farklı değil içerisi de. Ahşap, ara sıra cilalayarak bakmaya çalıştığımız masa ve sandalyeler, yöreyle özdeşleşmeye başlayan ama patronumuz İdris Bey’in ısrarla maviye boyamadığı, kahverengimsi yukarıya doğru açılır pencereler, ara sıra gıcırdasa da bizi asla yarı yolda bırakmayan eski ahşap döşemeler, duvarda asılı, özlemini yıllardır çektiğimiz ve bu duygudan mahrum kalmak için de ısrarla gitmediğimiz eski İstanbul’a ait birkaç siyah beyaz fotoğraf… İdris Bey dediğime bakmayın, ağız alışkanlığı. Gözünü seveyim İskender, ne beyi Allah aşkına, biz eski dost değil miyiz? Nereden çıkartıyorsun bu “Bey”’i der bana sıkılıkla. Ben de, sanki iş yeri dışında “Bey” diyorum, burası senin yerin ve burada patron sensin, işle dostluğumuz zedelenmesin derim ve işin içinden çıkılmaz bir tartışmaya gireriz. 

Gel beraber bir meyhane açalım dediğinde yıllar önce, hiç aklıma yatmadı. Sanki dünya bu şehirden ibaretti, ara sıra başka yerlere kaçar, dönüş yolunu ise iple çekerdim. Ta ki önce işim, sonra da eşim beni terk edinceye kadar. Performansım düşükmüş hem iş hem de eş olarak. İkisine de sormadım neden diye, patronlar ve kadınlar karar almışlarsa almışlardır, bunun nedenini öğrenmenin kimseye faydası yoktur. 

Adliyeden yalnız olarak çıktığımda elim nedensiz biçimde telefonuma gitti ve İdris’i aradım. Garsona ihtiyacı olup olmadığını sordum, garsona değil de dosta ihtiyacı olduğunu söyledi. O zamandan beri bu, kışları küçük, yazları büyük kasabada İdris Bey’in yanında çalışıyorum. Meyhanenin üst katında bir de oda verdi bana, orada kalıyorum. 

Burada çalışmanın en güzel yanlarından bir tanesi İdris Bey’in pek fazla ticari kaygısının olmaması. Tabi ki para kazanmaya çalışıyoruz, cepten yiyecek değiliz ancak cebimize üç kuruş daha fazla girecek diye malzemenin kalitesizine gitmiyoruz. Daha az kar elde ediyoruz başka yerlere göre orası kesin ancak, onun paraya ihtiyacı yok ki. Hal böyle olunca keyif için çalışıyoruz gibi oluyor ve bunun da hazzına diyecek yok. 

Birkaç senedir buradayım ve kışı yaza göre çok daha fazla tercih ederim. Çocukluktan kalma bir özlem midir bilinmez ama sobanın yanması, üzerinde ısıttığımız ekmekleri yememiz, soba üzerinde pişirdiğimiz kestaneleri müşterilere ikram etmemiz, sigara içmek için dışarıya çıkanların içeriye girdikten sonra ilk iş soba başına gelmesi ve soba borusunu tutarcasına boruyu kavraması, sobaya en yakın masada oturanları kademe kademe soyunmaları bana yaşadığımı daha da fazla hissettiriyor. 

Bir de hikâyeler var. Yazları dışarıya atılan ekstra masalardan dolayı bir içeri bir dışarı, insanları gözlemlemeye ve hikâyelerini anlamaya pek vaktim kalmıyor. Kışları o kadar sakin oluyor ki. Hemen hemen her akşam masalar dolu olmasına rağmen kimse bağırarak Zeki Müren’in sesini bastırmaya çalışmıyor. Hatta tam tersi, Zeki Bey masalarda var olan sessizliğe eşlik ediyor, masada arkadaş oluyor. 

Bazen kalabalık grupların geldiği oluyor, o zaman birkaç masayı birleştirmek durumunda kalıyoruz ve neredeyse mekânı kapatmış oluyorlar. İdris Bey eğer o grubun bir isteği varsa onu çalmaya çalışıyor. Çalmaya çalışıyor diyorum çünkü emektar gramofon için bir hayli plak biriktirmiş olsa da dijital müzik platformu gibi her şarkıya ulaşabilmek mümkün olmuyor tabi. O grup içerisinde birisi oluyor, nispeten sessiz sakin, o da kaldırıyor diğerleriyle kadehini. Sohbetlere katılmaya çalışıyor ama çok da zorlamıyor kendisini anlatabilmek için, genelde yanındakine anlatıyor, bazen de gecenin organizatörü olduğu anlaşılan adam yanına geldiğinde ona birkaç kelam ediyor. Ara sıra kasanın yanındaki masada tek başına oturup rakısını yudumlayan İdris’i gözlemlediğini fark ediyorum. Onun meyhanenin sahibi olduğunu anlıyor. Ben dahil herkesin ona hizmet ettiğini, İdris’in ara sıra kalkıp dolaba gidip kendisine 100’lük şişeden kendisine rakı doldurduğunu görüyor. O sessiz sedasız adamın hayran hayran bakışları biraz sonra kıskançlığa dönüyor, gözlerinin sinirden kızardığını hissediyorum. Sonra bir yudum rakı içiyor. Bardağı masaya yavaşça bıraktığında kıskançlığının sinirden ziyade mutsuzluğa döndüğünü fark ediyorum. “Ne güzel, küçük sessiz sakin bir yerin sahibi, benim ne zaman böyle bir yerim olacak, ne zaman bu masadaki kalabalıktan kurtulabileceğim? Asla. Ben böyle olmaya mahkûmum. Sabah gider, akşam döner, yaşadığımı, mutlu olduğumu sanır öylece yaşlanır giderim, sonra da gençlere bolca nasihatlerde bulunurum.” diyor bakışları. İdris beni yıllar önce çağırmamış olsa belki benim de hiç aklıma gelmeyecekti buralara gelip çalışmak. Belki de hala iş arıyor olacaktım. 

Bazen iki adam geliyor. Oturuyorlar, 100’lük rakıyı söylüyorlar, aralarından daha cevval olan ben meze seçeyim, istediğin özel bir şey var mı diye soruyor. Diğeri kafa göre takıl diyor. Balık ve salata yemiyorlar, beyaz peynir, kavun, bolca meze, kalamar ve tereyağında karides istiyorlar. Hayatın anlamını sorguluyorlar. Bir tanesi yeni okuduğu, dünyaca ünlü bir yazarın kitabından bahsediyor. “Kendinizi meşgul edecek aktiviteler bulun, yeni bir dil öğrenin, hobileriniz olsun, kendinizi kendinizle bırakacak kadar zamanınız kalmasın” diyor. Diğeri (bu az önce meze seçimini arkadaşına bırakan kişi oluyor) ona karşılık yeni okuduğu, 30’lu yaşlarının ortasında intihar eden bir yazarın cümleleriyle karşılık veriyor: “Peki ama neden? Hayat zaman doldurmak için var olan bir çile mi? Neden koşayım? Neden yavaş kalıp kendimi dinlemeyeyim?”. Aralarındaki konuşmalar uzuyor gidiyor, gecenin sonunda ikisi de kendisini ifade ediyor ancak birbirlerini ikna edemiyorlar. Mezeleri söyleyen pozitif olmakta inatçı, meze seçimini arkadaşına bırakan nedensiz sorular içerisinde kalmakta kararlı. Belki de bu farklılıkları onların konuşmalarını sağlıyor. 

Bazen iki kadın geliyor. 35’lik rakıyı söylüyorlar ve beraberce meze seçimi yapıyorlar. Balık ve salatadan önce beyaz peynir ve kavunla beraber az miktarda meze sohbetlerine eşlik ediyor. Masa donatılıp beraber fotoğraflar çekildikten sonra ilk yudumlar içilmeden önce sosyal medyada paylaşılıyor. İkisi de aşk acısı çekiyor. Bir tanesi en son flört ettiği çocuğun bir türlü istediği adımı atmamasından ve sonunda başka bir kızla sevgili olmasından dert yanıyor. Diğeri de sevgili olduklarını sandığı çocuğun “Ciddi bir ilişkiye hazır değilim.” deyip hayatından çekip gitmesini anlatıyor. (Buradaki çocuk 30’lu yaşlarından bir erkek. Anlattıklarından öyle anlıyorum. Kendileri 30 küsür yaşındaki adama çocuk dediği için ben de çocuk olarak belirttim.) Birbirlerini teselli etmeye çalışıyorlar. Erkeklerle kadınların farklı dünyalardan geldiklerini konusundan hem fikir oluyorlar. Her ikisi de biraz olsun rahatlamış görünse de gözlerinde ki burukluk hissedilebiliyor.

Bazen bir çift geliyor. Eğer az önce kavga etmedilerse erkek tüm siparişleri veriyor, ara sıra partnerine de istekleri hakkında sorular soruyor. İlk kadehler sağlığa veya bir ömür mutluluğa kaldırılıyor. Kadehler birbirine değerken gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlar. Erkek ilk yudumu almadan önce kadehini masada olmayanlar için masaya vuruyor hafiften, kız bunu neden yaptığını anlayamıyor ancak bunun hesabını ileride sormak için zihninin arka odalarında bir yere not alıyor. Kız tuvalete gittiğinde erkek telefonuyla oynamaya başlıyor, orada olmanın tadını çıkartmaktansa kafası hafif çakır diğerleri neler yapmış onlara bakıyor. Ben onlardan daha iyi eğleniyorum bu akşam diyor. Kız tuvaletteyken yapıyor aynısını. Eğer gelmeden az önce kavga ettilerse zoraki olmadıkça hiç konuşmuyorlar. Yemek esnasından sadece telefonlarıyla ilgileniyorlar. Bir yandan her ikisi de zihinlerinde tartışma konusu açıldığında ne söyleyeceklerini, savlarını bir avukat edasıyla biriktiriyorlar. 

Müşterileri gönderdikten, ortalığı toparladıktan günü kapattıktan sonra boğazımdan susuz anason kokulu içecek iniyor. Eğer karnım açsa çıkmadan ustadan rica ediyorum bana kalamar yapmasını. Kendim peynir ve kavunu alıyorum. İdris Bey çıkmadan eşlik edeyim mi diye soruyor her akşam olduğu gibi, ben de her akşam olduğu gibi sonra diyorum, eşin bekler, çocuklar çoktan uyumuştur ama onlar da bekler diyorum. 

Rakımı yudumlarken gelen geçen müşteriler zihnimde beliriyor. Bazen o kalabalık gruptaki sessiz adam olup İdris Bey’i kıskanıyorum. Bazen iki adamdan biri olup neden soruları içerisinde kaybolduğumu hissediyorum. Bazen iki kadından birisinin yarı yolda bırakan sevgilisi oluyorum. Bazen sevgilisi tuvaletteyken telefonla oynayan adam olarak buluyorum kendimi. 

Sıradanlığın içerisinde var olduğumuzu kabul etmeye çalışırken zihnim bulanıyor, kendimi yorgun hissediyorum. Üst kata çıkıp yatacak dermanı bulamıyorum kendimde. Her zamanki gibi masada sızıp kalıyorum. Ertesi gün aynı hikayeleri dinlemeye devam ediyorum.

Yorumlar

  1. Ben de öyle bir yerde olmak isterdim. :)

    YanıtlaSil
  2. Gene kısa bir süre de olsa başka bir odağa çektin hoca.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN