Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

KİTAP OKUMANIN TARİHİ

Kitap okumaya başladığım yıllar ortaokulun ilk senesine denk gelir. Kütüphaneye gezi düzenlenmişti. El ele tutuşarak gitmiştik, internet âleminin olmadığı, çocukların evlerinde ya da internet kafelerde durmadığı, sokaklarda misket oynadığımız, çember peşinden koştuğumuz, tasolarla birbirimizi “kökmeye” çalıştığımız, alt sokakla “mahalle” maçları yaptığımız bir dönemde. Yollara asfalt yeni dökülmüştü, o zamana kadar toprak yollardan oluşan mahalle araları artık asfalttı. İş makinelerinin peşinde deli divane gibi dolanıyorduk, sanki aya çıkıyorlarmış gibi mühim bir iş yapıyorlardı. Alt tarafı asfalttı, ama bu o zamanlar benim için o kadar önemliydi ki, asfaltı düzleştiren araca bakarken arkamdan korna çala çala gelen kocaman kamyonun sesini duyamayacak kadar transa geçmiştim. Beni yol kenarına bir çırpıda çeken işçi olmasa, küçücük bedenimi artık duramayacağı mesafede fark eden kamyon şoförünün kullandığı devasa kamyonun altında kalacaktım. Belki de kitap okuma maceram ertesi

SEN VARSIN

Bazen öyle bir bakıyorsun ki, bildiğim ne varsa beynimin en ücra köşelerine kaçıyor, dilim lal oluyor. Kendimden şüphe ediyorum, varlığımın seni mutsuz ettiği hissine kapılıyorum. Ki yapmak istediklerim bunların tam tersi. Seninle konuşmak istiyorum, sonsuza kadar konuşmak. Anlatmak istiyorum, hiç susmadan konuşayım ki nazik sen de, gözlerini benden alama. Dolaylı da olsa gözlerime bakabil, ben de ela gözlerinin içerisinde nasıl bir belaya doğru sürüklendiğimi hissedebileyim. Bela ki nasıl bir bela, “aşk belası”. Varlığım seni mutlu etmesini, sen mutlu oldukça gözlerinin parıldamasını, gözlerin parıldadıkça mutlu olmanı ve beni mutlu etmeni, mutluluklarımızın birbirleri içerisine karışmasını. Sonsuzluğun içerisinde kaybolmayı istiyorum. Bazen öyle bir konuşuyorsun ki, bir kelimesini bile kaçırmamaya çalışmanın endişesini yaşarken anlattıklarının büyüsüne kapılmayı bile atlayabiliyorum. Anne karnındaki ceninin kulağına gelen sesleri dışarıya çıktıktan sonra araması ve onu her duyd

SOKAKLARDA ARADIĞIM

Eski İstanbul’un birkaç saat sonra dolacak sokaklarında amaçsızca yürürken yıllar öncesinin yarım kalmışlığı soğuk havayla beraber vücuduma işledi. Ayaklarım adımlar atıyordu, isteksizce, iyice yıpranmış olan ayakkabılarıma hurdaya çıkartmak istercesine. Evet, bir amacım yoktu sabahın o saatinde, ıssızlıkta. Bir yandan da boğazıma düğümlenen cümleleri çıkartmak, kendimi rahatlatmak için bir şeyler arıyordum. Ama bu aradığım “şey” ne olabilirdi? Üniversite yerleştirme sonuçlarının açıklanmasını beklerken, kendimi manevi olarak rahatlatmak için bir sabah namaza gitmiştim. Kimisinin adak dediği, benim ise “rüşvete” daha çok benzettiğim birkaç vaatte bulundum. Bununla beraber kendimi çok da huzurlu hissediyordum. Namazdan sonra biraz daha dua etmek için bekledim, uzun uzun dua ettim. Sonra sırtımı caminin kolonlarından birisine verdim ve biraz dinlendim. Caminin içerisinde bir kedi olduğunu gördüm. Kimi mezhepler için sakıncalı olabileceğini anımsıyordum. Güvenlik görevlisi kediyi ko

FARKLI BİR YOL

Farklı bir yol değil aslında yürüdüğüm. Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra yaptırdığı caminin avlusunun alt tarafında, Edirnekapı’dan bakınca Vezneciler’i görmek isteyen birisi yüzünden ortalama bir adam boyundan daha fazla kazılan ve buna müteakip senelerde günden güne caminin ve avludaki diğer yapıların duvarlarında çatlaklara neden olan caddeden, bulunduğu yer bir zamanlar dere olan ve bostanların sulanmasına vesile olan, zamanında çok geniş inşa edildiği gerekçesiyle eleştirilen ancak oluşturulan çarpık yapılaşma ile şu an ihtiyaçlara karşılık vermekte zorlanan Vatan Caddesi’ne inen yol:   Akdeniz Caddesi. Caddeden aşağı doğru inerken sağ yanımda günlük olarak yöresinden getirildiği ifade edilen tatlıların sergilendiği vitrinler, sol yanımda yol ve yolun diğer tarafında geniş açıyla daha rahat gördüğüm, birkaç tanıdık ve çoğunda aşina olmadığım harflerde yazılmış tabelalar. Kırmızı ışıkta durdum. Sol yanımda, karanlığın ciğerini dağlayan trafikte tıkanmış arabala

İNSAN OLMAK

Başlıkla aynı isimli, bir psikoloğun yazdığı kitaba başlamadan önce elimde eveleyip geveledim. Bir psikolog gözüyle “insan olmanın” ne manaya geldiğinden bahsediyor olmalıydı. Sorması kolay, cevap vermesi ise oldukça zor olan kocaman bir soru takıldı küçücük beynime “Sahi, insan olmak ne demekti?”. Önce zihnim karıncalanır gibi oldu, etrafıma bakındım. Ön tarafı brandalarla çevrelenmiş köy kahvesinde, sırtında özel güvenlik yazan, az ötemdeki masada oturmuş, biraz önce oynadıkları kâğıt oyunundan diğerlerini yenmiş, sesinden orta yaşlı olduğunu tahmin ettiğim adamın, keyfinden iki elini başının arkasından kavuşturup, omurgasının tam yarısından sandalyenin üst kısmında geriye doğru kendisini germesinin insan olmakla bir alakası olduğunu düşündüm. Bundan sonra ise insan olmanın ne olabileceğine dair bir diz düşünce geldi aklıma. “Bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.” şeklinde başlayan, ilkokul sonrası arkadaşlarımıza yazdığımız hatıra defterlerinin beyaz

KİMİ KANDIRIYORUM?

Daha çok gürültüye maruz kalmanın bu kadar pahalıya mal olacağını hiç tahmin edemezdim. Normalde 2 liraya su bardağında içtiğim çaya eşlik eden sessizlik, bu sessizliği ara sıra kesintiye uğratmakla beraber hiç de eğreti durmayan yan masadaki dedelerin eski günleri yâd eden mırıldanmaları, serin bir sonbahar günü yüreğinizin derinliklerine, en ince damarlarınıza kadar hissedebileceğiniz, yanık bir türkü söyler gibi ezanı okuyan imamın namaza çağrısı, av mevsiminin gelmesine üzülen, rakiplerinin arttığını bilen martıların fütursuzca bağırışları, bebek arabasında hayatının en güzel günlerini geçiren, ekmek elden su gölden yaşayan ancak bunun farkında olmayan bebeklikten çocukluğuna geçmeye çalışan bireyin ağlaması, sevgilisiyle kavga ettikten sonra ayrılığın eşiğine gelen ve çaresizlikten kimden nasıl yardım isteyeceğini bilemeyen delikanlının dökülmemesi gerekirken önünde artık duramadığını gözyaşlarının yere dökülürken çıkardığı hüzün dalgasının sesleri, memeleri neredeyse bir kadın

DOSTLUK, ZAMAN, MEKÂN

Zar zor uyuduğum kavurucu bir ağustos gecesi tıkırtılarla uyandım. Sıcak olmasına rağmen yatarken her daim kapattığım kapımın ardından önce parmak ucunda yürüyüş sesleri, sonra biraz fısıldaşmalar, elektrik anahtarına basış, kapı kolunu çevrilmesi ve kapının örtülmesi sesleri geldi. Gözlerim açıldı, kapının altında ışık sızıyordu. Saate baktım. Uyumak için kıvranırken saate en son baktığımdan beri yarım saat geçmişti. Ben daha fazla geçtiğini sanmıştım. Sıkıştığımı hissettim, tuvalete gitmem gerekiyordu. Ancak benim bu saatte uyanmam pek hayra alamet olmazdı. Kapının ardından fısıldaşan insanları tedirgin edebilirdim. Zira onlar da uyumamışlardı. Gece yarısını çoktan geçmişti ve yaklaşık 3 saat sonra uyanıp hep beraber tedavi için yola çıkacaktık. Kapının arkasında duran iki kişiden birisi bir süredir hasta. Gözümüzün önünde günden güne erimesinin yanı sıra ne olduğunun anlaşılamaması da can sıkıcıydı. Kapı kapı gezilen doktorlar, acil kapısında gergin bekleyişler, kaç gün sonra

KOCA GÖBEKLİ ADAM

Kahverengiye yakın geniş paçalı pantolonunun paçalarını dizlerinin hafif altına geçecek şekilde özensizce katladı. Beyaz saçlarının neredeyse yarısı dökülmüş, geri kalan yarısı da yuvarlak kafasında orantısız biçimde dağılmıştı. Kısa boyunu olduğundan daha kısa, koca göbeğini olduğundan daha fazla gösteren, belinin içerisine sıkıştırdığı krem rengi polo yaka tişörtünün koyu kahverengi çizgileri vardı.1 metreden çok da fazla olmayan, dibindeki “Müjgan isimli tekne ile yıldız ve hilalin olduğu diğer tekne arasında yer alan ufak iskelenin en sığ kısmına oturdu ve ayaklarını suyun içerisinde hafifçe oynattı. Tişörtünün cebinden uzun Tekel 2001 paketini ve çakmağını çıkarttı. Yarısı içilmiş paketin içerisinden bir dal sigara aldı. Kilolu boynu el verdiği kadar kafasını öne eğdi, sol eliyle siper etti ve sağ eliyle sigarayı yakmaya çabaladı. Sağa döndü, sola döndü, el değiştirdi, boynunu aşağıya eğerken kendini iyice zorladı ve sonunda sigarasını yakmayı başardı. Bu başarının şerefine il

HANGİ MEVSİMDE ÖLECEĞİZ?

Bu mevsimde ölmek ne kadar zor. Ben buradan biraz da olsa görebiliyorum, lapa lapa kar yağıyor. Çatıların üzeri tuttu gibi, yattığım yerden sokağı ve arabaları göremiyorum ancak büyük ihtimalle oralar da karla dolmuştur. Kışın ortasında ölsem, beni buradan köyüme götürseler, kış şartlarının daha çetin olduğu köyümde beni gömecek kara parçasına erişemezler ki. Karların erimesini beklerler. Beni belki kefenimle beraber karın üzerine koyarlar, soğuktan donarım ve kokmam. Çakallar ve kurtlar gece beni ziyaret ederler mi bilmem. Eğer olur da etmezlerse karlar eridikten sonra beni gömmek için bir araya gelirler. İnsanların ayakları eriyen karla beraber çamur hale gelen toprak üzerinde bata çıka ilerler. Birisi benimle beraber çukura iner, yüzümü kıbleye çevirir ve sonra üzerime sonsuz karanlığa kavuşturacak toprak atılmaya başlanır.   Bu mevsimde ölmek de pek kolay değil. Ara sıra doluya dönen şiddetli yağmurun sesini, çatıdan ve rüzgârla beraber cama vuruşundan anlayabiliyorum. Sokağ

MÜZİK RUHUN GIDASIDIR

Bundan aylar önce bir akşam vakti zihnimdeki düşüncelerle beraber sahilde aheste aheste yürürken bir eksiklik olduğunu fark ettim; “Müzik”. İnsanlardan olabildiğince kaçmanın yöntemiydi bu, kulaklıklar kulağımdayken kimseler rahatsız etmez, onların aptalca konuşmalarına şahit olmazdım. Bununla beraber kendimden de olabildiğince uzaklaşırdım. Beni derin olduğuna inandırmaya çalışan aslında oldukça sığ olan düşüncelerime bile katlanamazdım. Evet, müzik tam olarak bunlardan uzaklaşmanın bir yöntemiydi benim için. Birkaç yıl önce, o zamanın asgari ücreti gibi bir tutara aldığım kablosuz, dış ortamdan beni tamamen yalıtan kulaklık, dışarıya adımımı atmamla beraber o gün bana yardımcı olamayacağının haberini veriyordu. Hayır, şarjı bitmemişti ancak yine de ne sorunu olduğunu bilemiyordum. Bugünlük de böyle olsun o zaman diyerek kısa bir yürüyüşün ardından kendimi sahilde yürür halde buldum. Yürürken türlü türlü cümleler bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıktı ancak çıkarken küçük be

ZATEN

“Kızla konuş.” dedi bana. Ben de “Deneyeyim ama zorlanıyorum.” diye yanıtladım. “Kaybedecek neyimiz var ki, zaten dipteyiz.” Arkadaşımdan bu mesajı aldıktan sonra derin bir nefes aldım. Ciğerlerimi dolduran havayı anneannem gibi ses çıkartarak saldım. Birkaç adım ötemdeki ara sıra göz göze geldiğimiz masasına doğru yavaşça yürüdüm. Hâlbuki arkadaşım kaybedecek bir şeyimizin olmadığını hatırlattığında bir an cidden en kötü ne olabilir ki diye düşünüp rahatlamıştım. Bir kadın için sade, benim için ise dünyanın en renkli masasının başına geldiğimde dilimden bilinçsizce “Çay içelim mi?” çıkıverdi. Ayağımı sürürken ne diyeceğimi düşünmemem ne kadar da büyük ahmaklık. Ne kadar aptalca bir soru bu “Çay içelim mi?”. Bir çay içmenizde yarar var şeklinde yorumların döndüğü şimdilerde televizyonların yasaklısı evlilik programlarındaki gibi. Hayatımda ilk defa sigara içmediğime pişman oldum. Keşke sigara içseydim de bunu bir sosyalleşme aracı olarak kullanarak onu sigaraya davet edebilse

MERAK ETTİĞİM HİSLER

  Saat 11’de Beşiktaş’ta olması kuvvetle muhtemel arkadaşımı aradım. Telefonumu açmadı. Birkaç adım ötemdeki Starbucks’a gittim. Her zamanki gibi orta boy sade filtre kahve istedim ve yine her zaman olduğu üzere keşke küçük söyleseydim dedim. Zira her seferinde şekline baktığımda orta olduğunu düşündüğüm bardak kocaman çıkıyor ve kahvenin bir kısmı sürekli ziyan oluyordu. Deniz kenarına yürüdüm, çeyrek geçeye 5 dakika vardı ve telefon hala daha çalmamıştı. Artık yalnızca lüks otelin ve başkanlık araçlarının girebildiği denizin kenarındaki caddede hızlı adımlarla vapura yetiştim. Güneşten korunaklı, vapurun ön kısmında üst kata çıktım ve kitabımı okumaya koyuldum. Vapur henüz hareket etmişti ki arkadaş aradı, belki dönüşte diyerek telefonu kapattım.   Vapurdan indikten sonra amaçsızca kalabalığı takip ettim ve kendimi Kadıköy çarşının içerisinde buldum. Kadıköy’e her geldiğimde İstanbul’da değilmişim gibi hissediyorum, güzel kızları, tarz erkekleri, farklı kafele

YALAN ve YAĞMUR

Yüzüme kapanan kapıdan sonra 10. kattan aşağıya merdivenleri kullanarak inmeye başladım. Asansörde birisiyle karşılaşıp selam dahi vermek istemiyordum. Kapı kapanmadan belki de sadece birkaç dakika önce acilen çıkmam gereken ancak 2 saat süren nezaket nöbeti tuttuğum insanlara yalan söylemem gerekti. Yalan söylediğimi bal gibi biliyorlardı ama hiç bozuntuya vermediler, onlar da yalanıma ortak oldular. Karşındaki insan senin söylediğin yalanı göz göre göre kabulleniyorsa ortada yalan yoktur, üzeri örtülmüş gerçek vardır diyebiliriz sanırım. Merdiven basamaklarını yavaş yavaş inerken ciğerlerimin üst kısmına bir ağırlık çöktü. Sigara içmemiştim ama emin olamadım, elimi kokladım, avucumun içine üfleyip burnuma tutmaya çalıştım, koku yoktu. Kıyafetlerimi kokladım, hafiften kokuyordu ancak bu da ortamdaki rahatsız olan diğer insanların ciğerlerini doldurmaya çalışan sigara dumanının ağız ve burunlarından çıkarak dağ esintisi kokulu kıyafetime sinmeye çalışan bir parça kokusundan başka