Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SİZ OLSANIZ HANGİSİNE ÜZÜLÜRDÜNÜZ?

Yaklaşık iki adım ötemde duran siluetle beraber, burunlarımız birbirine paralel ve aynı yönü gösterir şekilde kasvetli bir atmosferde, kapalı kapılar ardında, birbirimizin varlığından rahatsız bir biçimde, öylece bekliyoruz. Ara sıra konuşanlar oluyor, havada uçuşan bazı sözcükleri görüyorum, kimisi benim ağzından çıkan, önce asılı kalıyor, bakıp ne söylendiğini anlamaya çalışıyorum. Benim ağzımdan çıkan sözcükler dâhil havada asılı kalan sözcüklerden hiçbir mana çıkartamadığımı fark ediyorum. Sözcükler bana göz kırpıyor ve sonra kapalı ortamın tek oksijen kaynağı yarı açık camdan dışarı, kaçar adım uzaklaşıp gidiyorlar. Geride boşuna söylenmiş sözcükler yığını ve sözcük yığınlarının kâğıda olan izdüşümü kalıyor.   Hâlbuki gözlerimizin paralel olarak sonsuzda buluştuğu değil de, dikine, birbirine içine, derinliklerine baktığı zamanlar çok da eski değil. O günden sadece altı ay kadar önce, İstinye sahilinde, geceleri kurulan “seyyar çay bahçesi”’nde, odun ateşi ile demlenmiş, ince

BEN BİTTİM

Sigaranın dumanını üfleyiş biçiminden anlamalıydım o gün başıma gelecekleri. Öyle bir üfledin ki dumanı, dans ediyordu sanki duman, yüzüne hafifçe vuran ay ışığı kumral tenine değerken, ağzından çıkan ilk duman kitlesi, orta kalınlıktaki, vişne rengi rujla beraber enfes görülen alt dudağını dansa kaldırıyordu. Büyük bir hevesle karşılık verdi alt dudağın, eskiden ilkokulda öğrenciler için düzenlenen “çay” lardaki kızların erkekleri mahcup bekleyişinden eser yoktu. Bunu gören alt dudağının yarı kalınlığındaki üst dudağın, ben de burayım beni de ihmal etme der gibi dumana sırnaştı ve böylece başladı dudaklarınla duman arasındaki dans.   Bakakaldım öylece sana, o kadar neşeliydin ki dumanla dans ederken, hayran olduğu çocuğu bilye oynarken izleyen kız gibi attı yüreğim. Bir yandan seni ilk defa bu kadar neşeli gördüğüm için şaşkın şaşkın gülümserken diğer bir yandan da ne oldu acaba diye içim içim kemiriyordu. Bilmezsin ama normalde kemirme duygusunun ağır basması gerekirken seni mut

ANLAMAM ZAMAN ALDI

O an yaşadıklarını gelecekten bir gözle bakabilse keşke insan, böyle çok daha güzel olmaz mıydı, daha az mutsuz, umutsuz olmaz mıydı insan? Şarkı isminde de geçtiği üzere anlamak zaman alıyor bazen tıpkı aşağıda yazmaya çalıştığım gibi.   Yıllardır alamadığım nefesim oldun, sınırsız alabileceğim tertemiz havam olduğunu, oksijenin ciğerlerime dolduğunu, oradan kanıma karışıp bana enerji olduğunu, hayata koşarak erişebileceğimi sandım. Hâlbuki hasta yatağımda yatarken beni iyileştirmeye çalışan bir tüp oksijenden başka bir şey olmadığını, bittikten sonra uzaklaştığını anladım.   Sonu belli olmayan bir trafikte kaldığımda yolumu açanım oldun, beni ulaşacağım yere kadar götüreceğini, her zaman varacağım noktaya ulaşmak için kısa yolum olacağını sandım. Hâlbuki kendi yolunu açmaktan başka bir şey yapmadığını, hızla uzaklaştığını, sen gözden kaybolduktan sonra anladım.   Daha önceden hiç kullanmadığım kol saatim oldun, zamanımın ne kadar değerli olduğunu, seninle geçen saatlerin

SÖYLENECEK ÇOK ŞEY VAR

İki musluk vardı önümde; birisinden su görünümlü, aldatıcı bir zehir akardı. Hafif ılıktı bu su, sıcak yaz günlerinden vücudunuzun sıcaklığını ne kadar hoş dengelerdi, suyun altından hiç çıkmak istemezdiniz. Hâlbuki o su bir zehirdi, yavaşça derinize nüfuz ederdi. Ne olduğunu anlamadan sonsuza kadar nefes alamaz hale gelirdiniz. Diğer musluktan ise kaynak suyu akardı. Su çok soğuk gelirdi önce, bir damlası vücudunuza değdiğinde kaçacak yer arardınız. Biraz suya alıştıktan sonra ise ileri derecede yanık olsa da bedeniniz suyun altına girdiğiniz zaman hepsini alır götürürdü. Canınızı yakan, izlerini sizde bırakan o alevler, o suyu gördüğü zaman kaçacak yer arardı, keşke yanarken o su olsaydı yanımda derdiniz. O olsaydı, yanmazdınız, tabi ilk soğuğundan kaçmazsanız.   İki tablo vardı önümde; birisinde altın oran vardı. Bu oran sizi cezbederdi, saatlerce nefes almadan, göz kapaklarınızı kırpmaktan korkarak ona bakardınız. Adımlarınız sizi tabloya daha da yaklaşmaya iterdi, yaklaştıkça

UNUTAMADIM BE ABİ

“Sizin olduğunuz bu romantik nesli anlamakta güçlük çekiyorum. Karşınıza çıkan ilk kızla evlenecekmişsiniz gibi yaşıyorsunuz, ayrıldıktan sonra da yıkım. Örneklem sayısını arttırmadan, kıyaslama yapmadan, birisinin senin için en iyi olduğunu anlayabilmene imkan yok. Birisine körü körüne bağlanmak da nereden geliyor? Okulu bitir, askere git, işe gir, evlen toplumu baskısından mı? Hayatı anladım, yeterince insan tanıdım dersen bu sırada gitmene itiraz edecek değilim de Allah aşkına kaç tane sevgilin oldu, ne gördün ki? Her zaman daha yakışıklısı, güzeli, zekisi, güçlüsü, artık neye önem verirseniz her zaman daha iyisi vardır. Eğer bunun üzerine bir ilişki kurarsanız zaten mutsuzluğa mahkûm olursunuz. Seni sen olduğun için sevmesi önemli, tüm özelliklerinle, sevmediğin yanlarınla da seni sevmesi. Benim en çok hangi yanımı seviyorsun sorusunun bir cevabı olmamalı. Seni sen olduğun için sevmemiş demek ki, neden aylardır kendini harap ediyorsun ki?” Sustu, söylediklerine verecek yanıt

HASTANE ODASI

Acaba doktoru çağırmalı mıydım? Gösterge 70’in altına düştüğü zaman doktor, bize haber verin demişti. Serum kokulu hastane odasında annem yatarken hareketsiz biçimde yatarken ben de gözlerim monitörde aynı biçimde hareketsiz duruyordum. Hareket eden, kırpıştırmamak için uzun uzadıya, kuruyana kadar açık bırakmaya çalıştığım, gözlerime bir an için monitörle perde çeken göz kapaklarım ile annemin, ismini bende yaşattığı dedeminki gibi, merhametli olunduğuna dalalet olan, kıllı göğüs kafesim, nefes alabildiğini anlayabilmek, duyabilmek için ümitsizce git gide kocaman olduğunu hissettiğim kulaklarımdı. Nefes alabildiğime göre minicik parçalara bölünmüş kalbim kan pompalamaya devam ediyor, damarlarım bir yerlerde kan taşıyor, midem en son, annem kalp krizi geçirdiği günün sabahında yaptığımız uzun hafta sonu kahvaltısında, “ellerine sağlık oğlum” deyip büyük bir keyifle yediğimiz patatesli yumurtanın arta kalanını (midemde bir şey kalmadığına emindim) öğütmeye çalışıyordu. 80’ler civar

BİRDEN GELDİN AKLIMA

Neden somurtmayı tercih ediyorsun? Sana dair aklımdaki karelerde nedense yüzün asık. Yaşamayı mı sevmiyorsun yoksa insanları mı? Somurtmanın, önceleri insanlara “etkileyici, çekici, gizemli” gelen sonrasında bir damla gülümsediğin zaman o tarz halinden eser yok şimdi dedirten garip bir yüzü olduğunu bilmiyor musun? İnsanları önemsemediğini, senin hakkında ne düşündüklerini önemsemediğinin fazlasıyla farkındayım. Onlar için de yap bunu demiyorum, gülümse, kendin için gülümse en azından azıcık da olsa. Bir gün, ben hiç olmayayım olur mu? Benim gözlerimle bak kendine. Somurttuğunda artan gözaltı torbalarına, sıkıntıdan iki elinle atkuyruğu yapmaya çalıştığın, senin ruhun gibi isyankâr gelip baş edemediğin, sonra dokunmaya doyamayacağım geniş sağ omzuna alıp uçlarını çekiştirdiğin kıvırcık saçlarına, geçen gece rüyamda gördüğüm, o an bile bu kadar parlaksa, gülümsediğinde insanın başını döndürebilecek ışıltıda, dünyaya meydan okuyan, bir o kadar da ürkek gözlerine… Sonunda tutabilme

BİRBİRİMİZE KARIŞTIK

O’nun elini tuttum bugün. Haylaz bir çocuk gibi dudaklarını büzdü önce, rujsuz dudakları birbirleriyle hemen hemen aynı boyutlardaydı ancak öylece kaldı. Çenesinde minik minik çukurlar oluştu. Sol gözünün önüne kıvırcık bir perçem saç geldi. Yağmur yağmaya başladı, öylece bana baktı, ben de bakmaya çalıştım. Korktum, gözlerindeki karanlıktan, içine girip kaybolmaktan, hayatı bu kadar hiçe saymasından, insanları sevmemesinden, her an gidecekmiş gibi durmasından, meydan okumasından, her an kavgaya hazır olmasından. Korkumla yüzleşmeye çabaladım, gözlerinin içerisindeki karanlığa girmeye, onunla savaşmaya karar verdim. Bunu yapmaya çalışırken karnımın ağrıdığını hissettim, arka arkaya fincanlarca kahve içmiş gibi çarpıntı tutmaya başladı, kalbim ağzımın içinde, şakaklarımda, her yanımda aynı çarpıntıyla atmaya başladı. Karanlığa gözlerim alışmaya başladı, siyah iple beyaz ipi hala ayırt edemiyordum ancak yürüdüğüm yolun neresi olduğunu anlayabiliyordum. Bu sefer o korktu, gözlerini g

ÖLMEK İÇİN ERKEN

Orada olmamın amacı, cuma gecesi alkolünün etkisiyle beraber gevşeyip kızlara laf atmak değildi ya da cesaretimi toplayıp kalbimi kıran dostuma mesaj atmak da değildi. İhtiyacım olan tek şey sigara dumanını ciğerlerimin dibine kadar çektikten sonra bir süre öylece durmak, nefessiz kalıncaya, gözlerimden yaşlar gelinceye kadar, sonra öksürüklerle beraber ciğerlerimi boşaltmak, yanan boğazımdan buz gibi birayı aşağı, mideme kadar göndermek, üçüncü biraya başladıktan sonra tuvalete gitmek, üçüncü bira bitmeden tekrar tuvalete gitmek, tuvalet kapısında beklerken içerideki seslerden tahrik olmak, terli biçimde içeriden çıkan çifte gülümsemek, yerime geçtikten sonra benden sigara isteyen gay'e bir de kulak arkası sigarası vermek, onun bana flörtöz bakışlarından kaçınmaya çalışmak ve sonrasında eğer bir sperm daha yaşam bulsaydı anne rahminde, iki çocuklu bir ailenin, kaç yaşına gelirse gelsin küçük çocuğu olacağı yerde ortanca çocuğu olacağı, ne ilk göz ağrısı, ne de evin küçük seviml

HER HAYIRDA BİR ŞER VAR MIDIR?

“Her şer de bir hayır vardır, insanların kendilerini avutmak için söylediği cümlelerden birisidir. Belki de giremediğimiz bir işin, terk eden sevgilinin, bir alt tercihe kalınan bir üniversite yerleştirme sonucunun, düşük yapılan bir bebeğin, türlü yerlerimizden yararlandığımız bir trafik kazasının, çanın sadece 2 puan aşağısında yer alarak kalınan bir dersin, normalde üç saat süren yolun yoğun trafikten dolayı 8 saat sürmesinin, kaçırılan bir gün batımının ardından, zaman kazanmanın en önemli yöntemidir belki de. Bizim için eğer istemediğimiz bir olay meydana gelmişse, gerçeklerle yüzleşmekten ziyade halının altına süpürmekte üstümüze yoktur insanoğlu olarak. Evet genelleme yapıyorum zira bir kova sütün rengini bozmak için bir damla kara kola yeter. Her şerde bir hayır vardırın arkasına sığınmadan, daha sonra başımıza gelecek olumlu bir olayı “o şerden sonra” sendromu olarak nitelendirmekten, tekrar söylüyorum kendimizi avutmak başka bir açıklaması yoktur. Alınmadığın o işin,

GİDECEK YOL KALMADI

“Gidilecek yolun kalmadığını görünce durdum, yürümek durmak demekti ondan sonra.” Köy toplumu ile modern toplum arasında sıkışmış bir neslin ferdiyim. Üniversiteye gidene bulduğu her fırsatta köye gidip tarlada çalışan, çocukken yerde yemek yiyen, masada yemek yemeye liseye geçtiği sene başlayan, babasının pilavı kaşık yerine çatalla yemeye başladığını görüp onu taklit etmeye çalışırken her tarafa pirinç tanelerini saçan, saçılan pirinç taneleri için “anne burasını temizler misin?” diye mızmızlanan değil de, kendi kendine süpürgeyi, bezi alıp kirlenen yerleri temizleyen, ergenlik dönemlerine kadar akşamları köy yerinde çocuklarla yakan top veya saklambaç oynayan, köy düğünlerinde hoşlandığı delikanlıya kaçamak bakışlar atarken annesinin kolunu kıstırdığı… İşte o kız benim. Üniversiteyi kazandığım zaman ailemin sevinip sevinmeme arasındaki ikilemi yaşamalarına şahit olmak hayatta gördüğüm en enteresan ikilemlerdendi. Bir yandan tek çocuklarını, tarlanın en çalışkan işçisini,

GÖRÜNEN ve GERÇEK NEDEN

    “Günaydın” kelimesini duymamak için kaçılır mı insanlardan? Beni hiç tanımadan, bana bu cümleyi kuran birisinin benden bir beklentisi olabilir miydi? Hem neden insan cebindeki kelimeleri hiç çekinmeden harcıyordu ki? Para gibi harcanabilir olmadığı için miydi? Sahi konuşmak bedava mıydı? Peki ya susmak, buna paha biçilebilir miydi? Kafamda sabah sabah bir yığın sorun. Size kendi hikayemi anlatacağım, beni dinler misiniz? Herhangi birisinin herhangi bir hikayesi bu. Aslında ne kadar sıradan olduğumuzun bir hikayesi bu, sıradanlık içerisinde kendimize kurduğumuz sanal dünyaların, duymak istemediğimiz gerçeklerin hikayesi. Bana ne senin hikayenden demeyin, bir dizi izler gibi düşünün. Ne kadar keyif ve merak içerisinde izliyorsunuz diziyi değil mi? İşte bu da benim dizim, hem saatlerinizi, günlerinizi almayacak, birkaç dakika içerisinde bitirebileceğiniz bir dizi. Hikayem bitince de ne oldu diye sormayın, diziler bitince ne oluyor ki? Bazen öyle bir an oluyor ki, sanki bu h

KAHVE

Bana öylece baktı, gözleriyle merhaba dedi önce. Ben de merhaba demek istedim ama onunki gibi konuşamıyordu gözlerim. Utandım, ateşler içerisinde hissettim kendimi kış ayının ortasında. Utancımdan mıydı terlemem yoksa ona tutkumdan mı? Birkaç milisaniye içinde bunu düşündüm, ona olan tutkumdan olduğuna karar verdim. Daha ilk gördüğüm andan itibaren çekim alanına girmiştim bile. Erkeklerin yüksek lisansa genelde askerliği ötelemek, eğer şansları da varsa bedelli askerliğe tutunmak için başladıklarını işitmiştim. Benim ne işim vardı ki? Lisanstayken sıranın en önünde oturan inek kızlardan olmadım hiçbir zaman, kötü de değildim ancak hiçbir zamanda akademik olarak ilerleyebilecek bir tip de değildim. Aslına bakılırsa başvurmayacaktım bile geri verilmemek kaydıyla yalnızca başvuru için asgari ücretin dörtte birini isteyen o üniversiteye. Abim, ben tam da tezimi bastırırken aramasaydı, bana başvuru yapıp yapmadığımı sormasaydı, başvuru parası yüksek geldi demek yerine “abi, yük