Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SESSİZ VE SAKİN

Birkaç metre ötemdeki caminin imamının kulak gıcıklayan sesiyle okuduğu sabah ezanının daha ilk satırında uyandım ve yataktan sıçradım. Yıllar önce annemin Ramazan ayında sahura kaldırdığı gibi aynı çeviklikle. Sobalı evimizin sıcak salonuna çağırıyordu gecenin bir yarısı ve iki büklüm yataktan sıçrayarak sıcak salona gidiyordum. Gözlerimi kapattım ve huşu içerisine girmeye çalıştım ama bir türlü olmadı. Sesi gerçekten de rahatsız ediciydi. Rahmetli dedemin mezarının bulunduğu caminin imamının ezan okumasına dayanamıyordum ve bundan daha kötüsü olamaz herhalde diyordum. Bununla beraber o kadar kötü olmasa da ona en yakın kötülükteydi bu imamın sesi de maalesef. Dizlerim merdiven çıkmayı reddettiğinden beri yıkılmak için ufak bir sallantı bekleyen bu binanın ilk katına sığınmıştım. Hiç iç açıcı bir yer olmamasına rağmen emekli maaşımın yarısını buraya veriyordum. Bir odası bomboştu, benim kaldığım odada ise yatağım vardı. Gerçi yatak demek çok iddialı olurdu bu durumda, apaçık

ÖLÜM SERÜVENİ - BÖLÜM 2

Havalimanına varışımız ve bundan sonrası babamın ölüm anından itibaren başlayan filmin devamı gibiydi. Bir şeyler oluyordu etrafta da ben oradan oraya savruluyordum kimse bunu fark etmiyor olsa bile. Çarşamba Havalimanı, babamın ilk ve son kez indiği, doğduğu toprakların üzerindeki kurulmuş havalimanı. Öncesinde defalarca kendi kendime buraya gelmiştim. Mesafelerden dolayı çok da sıcak olamadığımız akrabalarımızla fırsat buldukça görüşmek için geldiğim alan. Kimse beni karşılamaya gelmemişti o ana kadar. Küçücük havalimanına vardığımızda, uçaktan indikten sonra çıkışa yürüdük. Görevlilerden birisine cenazeyi nereden alabileceğimizi sordum, o da tarif etti. Alışkanlıkla tarif ettiği yere yalnız gideceğimi düşünüyordum ancak önce olmadı. Havalimanının içerisine girişimizle diğerin tarafından çıkışımız neredeyse bir oldu. Binanın içerisine girdiğimizde diğer tarafta onlarca akrabanın bizi beklediğini anladım. Kapının açılmasıyla onlarca kadın hep bir ağızdan feryat etmeye başladı.

ÖLÜM SERÜVENİ - BÖLÜM 1

Nefes alamıyorum beni acile götürün dedi babam, zar zor geldiği kahvaltı sofrasında annemin şifa olsun diye içirmeye çalıştığı bir bardak suyu yaklaşık bir dakika içerisinde ancak bitirdik sonra. Artık acile gitmek bile hayatımızın o kadar sıradan bir parçası olduğu için çok da farklı gelmemişti bize babamın bu isyanı. Taksi çağırdım, babam yavaş yavaş merdivenlerden indi. Annemi arkaya, babamı ön tarafa bindirdim. Nereden bilebilirdim ki o an babamı hastane dışında gördüğüm son an olduğunu.   Eve çıktım ve Pazar miskinliğinin tadını çıkartmaya çalıştım. Yazın bize el salladığı bir gündü. Güneş, utangaç bir köylü kızı gibi güzel yüzünü bir gösteriyor, sonra hemencecik bulutların arkasına saklanıyordu. Birkaç defa annemi aradım. Doktorların müdahale ettiklerini ve alışkın olduğumuz işlemlerin devam ettiğini söyledi. Annemin aradığını çiziklerle dolu telefon ekranımda gördüğümde kaçınılmaz sonun geldiğini hissetmiştim. Telefonu açtığımda annem ağlayarak babamı yoğun bakıma kaldırd

RAKI

Meyhanedeki 8 kişilik masanın duvar tarafında olan sandalyeye yerleştim. Sırtımı sandalyenin arkasına değil de duvardaki ahşap döşemeye verecek şekilde yan oturdum, sağ kolumu sandalyenin arka tarafına attığım sırada siyah bıyıklı, bariz şekilde topallayan kısa boylu, hafif çakır keyif garson geldi. Bir duble rakı, beyaz peynir ve kavun söyledim. Midemin boş olduğunu biliyordum ve boş mideye sek rakının boğazımdan inişi, midemde oluşturduğu hafif yanma, gözlerimi sulandırması hayatta en keyif aldığım anlar olduğu için mezeleri beklemeden duble çizgisinin az üstüne kadar doldurulmuş rakıdan büyük bir yudum aldım. Tam da az önce tarif ettiklerimi tekrar yaşadım.   Altılı ganyanın son ayağı başlamak üzereyken diğer televizyonda Trabzonspor deplasmanda yabancı bir takıma karşı ikinci golü yemişti. Tabi ki her iki ekranda da ses olmadığından dolayı bunu tam da karşı tarafımda oturan yaşlı amcanın hayıflanmasıyla fark edebildim. Sık beyaz bıyıklı ve seyrek beyaz saçlı adam, yatay çizg

METRO

M2 hattında kullanılan yeni nesil metrolarda, M1a ve M1b’den farklı olarak sırtınızı cama verir ve ip şeklinde düz bir sırada yan yana oturursunuz. Metronun gövdesi boyunca, kapılar arasında 10 civarında koltuk vardır ve sadece vagonların birleşme yerlerine en yakın olan bölgede yan yana iki koltuk vardır. Koltukların birisinin hemen yan tarafında kapı ve kapı ile ikili koltuğu ayıran şeffaf paravan, diğerinin yanında ise kocaman kaba bir konstrüksiyon vardır ve oraya oturan iki kişi de bunların arasında sıkıştığını hisseder, tabi iki kişi otururlarsa. Başarısız olduğunu düşündüğüm bir görüşme gerçekleştirdim. Hâlbuki birbirimizi görmeden, sadece sanal dünyanın içerisinde konuşurken ne kadar da iyiydi tüm yaşananlar. Keyifli sohbetler, memleket kurtarmalar, sesimizi duymasak, gözyaşlarımıza dokunamasak da ağlamalar… Tek yapamadığımız birbirimize dokunmaktı, bunun haricinde bir ilişkiden ne bekleniyorsa hepsi vardı. Kişisel gelişim kitapları bir insan hakkında fikir edinmek i

HUZURSUZLUK

Ara sıra öten, ne olduğunu bilmediğim kuşun sesi, bayrağı hafifçe dalgalandıran, altında oturduğum ve gölgesine sığındığım ve yine olduğunu bilmediğim ağacın yapraklarının sesiyle ahenkli biçimde sessizliğin içerisinde süzüldü. Tenime dokunan esinti, gölgenin altında bir an vücudumu diken  diken yaptı.  Halbuki  birkaç adım öteye güneşin altında çıksaydım terlemeye başlayabilirdim. “ Müjgan ” isimli ufak tekne limana yanaştı.  Emekli oldukları belli iki tıknaz yaşlı delikanlı elleri boş dönüyor gibiydiler ancak beyaz sakallarının arkasına sakladıkları gülümsemeleri bu ufak gezintiden keyif aldıklarını gösteriyordu. Önce kuşlar mı sustu yoksa salanın sesini duyduklarından dolayı saygı gösterisi olarak mı sustular bilmiyorum ancak o saatte alışkın olmadığım bir biçimde sala okunmaya başlandı. Müezzinin sesi ağlamaklı gibiydi, sesinin titremesini anlamamak imkânsızdı. Kitap okumaya devam edemedim.  Tam  adem  elmamda bir düğüm belirdi. Müezzinin titreyen sesi git gide gürleştikçe sanki

İZ DÜŞÜM

Hiç beklemediğim bir anda elimi tuttu. Varlığını yanımda hissetmek beni heyecanlandırırken, heyecanımdan pot kırmadan konuşmaya çabalarken, konuşmaya çabalarken onu sıkmamaya özen gösterirken bir anda ellerimiz birleşti. Bir erkek elinden beklenmeyecek kadar yumuşaktı elleri. Yıllardır bir kadınla beraber olmamasından dolayı babaannesi “sen gay misin” diye sormuştu bu soruyu ancak bir kadın eli kadar narin ellerini hissetseydi soruyu belki yine sorar da sorma nedeni farklı olurdu.    Sustum, sustu, sustuk. Eli elimle bir araya geldikten sonra öylece yürüdük. Karaköy’ün arka sokaklarında yürüdük önce biraz, oradan Tophaneye, İstanbul’un fethinde gemilerin karadan yürütüldüğü düşünülen yerlere doğru gittik. Boğazkesen caddesinde yavaş yavaş tırmandık. Masumiyet Müzesinin önünde geçtik. İstiklal Caddesine çıktık, onunla ilk kez kahve içtiğimiz Mandabatmaza gittik. Ne kadar sustuk bilmiyorum, oturduğumuzda “2 sade Türk kahvesi rica edebilir miyiz?” ağzından çıkan ilk cümle oldu elim

ALIŞKANLIK

Fatih Sultan Mehmet köprüsü renkli ışıklarıyla doğaya kafa tutup güneşin yerini almaya çalışıyordu. Denizin kenarında, az ötede siparişi yarım saat geçerse para vermeyin diye iddialı bir söz kurup taşıyıcıların canını tehlikeye atan pizzacıdan aldığım orta boy bol sucuklu pizzayı, bir tanesi buz gibi, diğeri buz gibi olanı bitirirken ve pizzayı yerken ılınacak bira eşliğinde yiyordum. Akşam sporuna çıkmış koşan insanları görüp, sarkmış meme ve göbeğimden, aylardır doğru düzgün kesmediğim sakallarımdan, kurt adam gibi olmuş kulak kıllarımdan, yağdan birbirine sürten bacaklarımın pişik olmasından, ekranda daha az harf olsun ve daha rahat yazabileyim diye Türkçe yerine İngilizce klavye kullanmama neden olan dolma parmaklarımdan kendimden iğrendim. Bir an boğazımda pizzanın kaldığını hissettim. Bir yudum bira içtim ve kendimden iğrenmeyi bırakıp pizzayı yemeye devam ettim. Ilımaya yüz tutmuş ikinci birayı da içtikten sonra eve arabayla değil de taksiyle dönmeye karar vererek akşam s

BİR DAMLA

Hafif ıslattığım bir peçeteyle önce ağzını sildim. Kafasını soktuğu klozetten doğrulmaya mecali yoktu. Kuru bir bezle de alnını, boynunu ve ensesini sildim. Kemoterapi görmeye başladığında doktor ara sıra kusabileceğini söylemişti. Ara sıradan daha fazla kusuyordu bir süredir. Kusmak da aynı hacet gidermek gibi gayet doğaldı. İğrendiğin için kusabilirdin, aşırı yemek yediğinde, alkol duvarını aştığında, iğrendiğinde, sancılı bir migren krizinde de kusabilirdin. Kustum da, kustuk da. Ancak bu sefer ölüm kusuyordu narin, şarap içse görünecekmiş gibi şeffaf, tüysüz, her an kırılacakmış gibi duran, dokunmaya kıyamadığım boyna sahip, hayatımı adadığım ve bundan mutluluk duyduğum, Allah’a her gün şükür etmeme neden olan, simsiyah saçlarının açık yeşil gözlerinin üzerine bir tutan geldiğinde huylanıyor olsa da, benim onu izlediğimi ve o sahneden çok hoşlandığımı bilen, elmacık kemiklerini gülümserken hafifçe çıkartan, kitaplardaki aşklar gibi âşık olduğum kadın. Belki de gerçek hayatta yaşa

BAKIŞMA

Sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atarak oturduğum koltuğa kendimi güzelce yerleştirdim. Gözlerinin içerisine bakarak konuşacaktım. Çekinecek olsam bile en kötü burnunun ucuna bakardım ve o da gözlerine baktığımı zannederdi. O da benden feyz alarak kendisine rahat bir pozisyon alma ihtiyacı hissetti. Beyaz ile krem rengi arasında, üzerinde kırmızı güller olan şalını boynundan çıkartmaya çalışırken boynunu hafifçe sola doğru eğdi. Kulak memeleri örtecek uzunlukta kat kesilmiş kısa saçları boynunun pürüzsüzlüğünü iyiden iyiye açığa çıkartıyordu. Güllerin rengiyle uyumlu, meyvenin kendisini sevmekle beraber, çikolata, likör gibi farklı karışımlarda sevmediği vişnenin rengindeki ruju dudaklarını hafifçe ısırdı. Bana o kısa süre içerisinde bakmamasından cesaret alarak uzun uzun onu izledim. Şalını çıkartışı, bunu yaparken dudaklarını ısırması, kaşlarını kaldırdığında altın oranla uyumlu alnın hafif kırışması, tüm bunları çevik ve bale yapar gibi bir o kadar da estetik yaparken, sol y

YAZAMADI

Blogumun 100. sayısı için çok kuvvetli bir yazı yazmalıydım. Bir önceki yazım o kadar çok hoşuma gitti ki onun üzerine yazabilmem çok olası görünmüyordu. (Hala daha çok olası görünmüyor.) Önce kısa bir notla 100. sayımda bloğumu kapatmayı düşündüm. Zaten eskisi kadar da okunmuyordu. Okunması için mi yazıyordum yoksa kendi kendime rahatlamak için mi orası ayrı bir soru işareti. Babamın hastalık döneminde yazmayı düşündüm, sonra ondan da vazgeçtim, fazla duygusal olabilirdi ve o dönemde duygusallıktan çok duygusuzluğa, gözümden bir damla dahi yaş gelmemesine ihtiyacım vardı. Sonra doğum günümde yazmayı düşündüm. Doğum günü özel sayısı, 33 yıllık birikim, anlatılması gerekenler. İnsanlar kişisel konuları magazinsel bulduklarından dolayı okumayı daha çok seviyorlar tıpkı şu an bu satırların beni anlattığını bildiğinizden dolayı daha meraklı okumanız gibi. Aklımın ucuna dahi gelmedi yazmak. İşin kötüsü eskiden ara sıra notlar alırken onları da alamaz oldum. Halbuki kalabalıkta yürü

MEYHANELERİ SEVME NEDENİM

Meyhaneleri sevme nedenlerimden bahsetmek istiyorum sizlere. Yazıda geçen meyhane kelimesiyle ifade ettiğim, salaş, tabelasında, artık alkol reklamları yasak olduğundan dolayı isimleri yazmayan ancak Efes Pilsen veya Tuborg olduğu anlaşılan, dış dünyadan bir perde ile izole edilen mekânlar olacaktır. Restoran ile kastettiğim ise nispeten lüks, özellikle Cuma ve cumartesi akşamları rezervasyonsuz giremeyeceğiniz, kılık kıyafetinize bir tık daha dikkat etmenizi gerektirecek yerler olacaktır. Meyhanelere giderken rezervasyona ihtiyaç duymazsınız. Canınız sıkılır, pratik, kolay ulaşılabilir, sizin dilinizden anlayan insanların olduğu bir yere gitmek istersiniz ve doğrudan meyhaneye gidersiniz. Canınızın sıkkınlığını planlayamayacağınıza göre rezervasyon da sizin için gereksiz bir teferruattır ve kapıdan çevrilmeyeceğiniz bir yere gitmek istersiniz. Burası tam olarak sizin içindir. Restorana gidiş için günler öncesinden, bazen haftalar öncesinden planlar yapılır. Bazen masalar özel ol