Kayıtlar

Mart, 2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BENİM BURADA NE İŞİM VAR?

Benim burada ne işim var? Sandalye üzerinde boyun bağıyla beraber kurbanlık koç gibi oturuyorum koca odanın ortasında. Karşımda birkaç kişi oturuyor, onlardan kimisini daha önce bir kere görmüştüm, kimisini ise daha önce hiç görmemiştim bile. Bakışlarımı kaçırıyorum, onlarla göz göze gelmemeye çalışıyorum ancak hepsinin gözlerinin benim üzerinde olduğunun da farkındayım. Yalnızca onların mı, kafamı ne tarafa çevirirsem çevireyim bana dikilen gözler. Halıya bakıyorum, desenlerle oyun oynuyorum kendimce. Halının üzerindeki desen çok hoşuma gidiyor, keşke çocuk olsaydım diyorum, otobüsümü gezdireceğim yollar hazır çizili, birkaç durak bile belirliyorum kendi kendime, ortalarda bir yere de büyük bir otogar yapmalı, orayı da mandallarla hallederim artık. Etrafta mandal arıyor gözlerim, sonra kader birliği yaptığım kardeşlerimden bir tanesi gözleriyle ellerimi öyle bağlamamam gerektiğini işaret ediyor. O ana dönüyorum tekrardan. Boyun bağı sıkıyor git gide, odadaki kalabalık artıyor, kimile

SANATÇI OLMAK

Tabi ki de seni izledim saatlerce, meditasyon olarak gördüğün sigara ayinlerini, nedenini bilmediğin bir yere koşar adım ilerleyişini, sol gözünü kapatan bukle bukle saçlarını sağ elinle başının arka tarafına doğru toparlayışını, arkadaşlarına “beni beklemeden nereye gidiyorsunuz” derken hem iğneli hem de neşeli sesini… Ara sıra sergilere gitmeye çalışırım zamansızlık içerisinde kıvransam bile ve anlamaya çalışırım sanatçının o eserinde ne anlatmaya çalıştığını. Bazen birisini görürüm, devasa bir tablonun karşısına geçer ve onu anlamlandırmaya çalışır kendince. Diğer eserlerde kısa kısa durduktan sonra gözüme kestirdiğim ve neredeyse bir saatini o esere ayıran kişinin az önce durduğu yerde beklemeye ve bakmaya başlarım. Bakmaya kelimesini rastgele kullanmıyorum, sadece bakabiliyorum ancak bir anlam yükleyemiyorum. Zorlarım kendimi, bazen kafamı yan çeviririm, bazen eserin burnunun dibine kadar girerim ancak yok. Mutlaka bakmaktan ziyade gören bir göz gerekli sanırım sanat eserinde

BİR YOL SOHBETİ

Son üç aydır hemen hemen her hafta içi iş çıkışı olduğu üzere yine fabrika müdürü ile beraber İstanbul yollarına düşmüştük. Bu kadar yolu her ikimizin de çekiyor olması birbirimizi daha iyi anlamamıza kimi zaman yetiyor olsa da pilimiz bitmiyor değildi. Ben daha 20’lerimin ortasında, o ise 50’lerinin. Aramızda neredeyse 30 yıl var ancak aynı üniversiteden mezun olmanın getirmiş olduğu ortak paydadan yola çıkarak başlayan ilk sohbetlerin sonunda sürekli konuşacak bir konu oluyordu aramızda. Her ne kadar o konuşmayı fazlasıyla sevse de ben de ara sıra lafa giriyor ve anlatıyordum. Yanımdaki, daha 3 ay öncesine kadar varlığından haberdar dahi olmadığım adamla konuştuğum kadar ömrü hayatım boyunca babam ile konuşmamışımdır. Bu garip durum benden mi yoksa babamdan mı kaynaklanıyor emin değilim. İyi insandır, konuşursan konuşur, her baba da olduğu gibi sevgisine belli etmemeye çalışır. Kimi zaman ona biraz yaklaşsam onun da bana karşı adım atacağını hissetsem de olmuyor nedense. Ailece

DENEME 1-2

Çok sevdiğim bir arkadaşım üzerinde çalıştıkları gezi blogu için benden yazar olmamı istedi. Onun tarafından bakınca ideal bir yazar adayıydım, hem gezmeyi hem de yazmayı seviyordum. Teklifini kabul ettim, ileri ki zaman diliminde benimle iletişime geçeceğini söyledi, geçmedi, ben de üstelemedim. Şu anda bilgisayar başına geçmemin nedeni de aslına bakılırsa blog denemesi yapmaktı. Zira gittiğim ülkelerde yaptıklarıma dair birkaç not da tuttum o yanımdan hiç ayırmadığım, benden başka yabancı misafirlerimin de yaşadığımız tecrübelere dair yazılar yazdıkları günlüğüme. Şu an birkaç adım ötemde o defter ancak oraya gitmeye, notlara bakmaya ve geziye dair püf noktaları yazmaya üşeniyorum. Arkadaşımın bana teklif etmiş olduğu blog yazarlığı işinin de neden üzerine düşmediğimi şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Bir gezi blogu yazmak, yaşadıklarının bire bir yazmak gibi geliyor; “Singapur’da turist kartları havalimanındaki MRT istasyonunun, Terminal2 tarafındaki ofiste satılıyor ve bunun içi

ÇIKARIMLAR SİLSİLESİ

Yaşımın başına 3 rakamının geleceği şu günlerde size bilge adam kişiliğimle biraz ahkâm keseceğim. Daha doğrusu ahkam kesmeye başlayacağım ve sonunda kendi kendimi nasıl morarttığımı göreceksiniz. Eğer derseniz ki, birazdan okumaya başlayacağınız cümlelerden ilkini okuduktan sonra, tamam sonu tam tersi çıkacağını biliyorum, evet haklısınız, doğrudan son cümleye ilerleyin ve aradaki boşluk dolduran cümleleri es geçin. Yaşla ile aşk ters orantılıdır, Benjamin Button gibi küçülmediğimizi düşünürsek tek durum kalıyor ki o da yaşlanıyoruz ve de eğer âşıksak, aşkımız, eğer değilsek de âşık olma ihtimalimiz git gide azalıyor.   Manik depresiflerin veya daha afili bir ifadeyle bipolar bozukluğa sahip hastaların yaptığı hatalardan birisi de şu an göstermiş olduğu davranışları anlamlandırmaya çalışmak. Ben de bozuk birisi olarak sergilemiş olduğum tavır ve tutumların nedenlerini bulmaya çalışıyorum sanki kök nedenini bulsam sorunu çözebilecekmişim gibi. Bir yurtdışı seyahatimde yi

YOKSUNLUK SENDROMU

Bugün bir gül daha diktim yüreğime. Halbuki ne kadar uzun zaman olmuştu yüreğimi nadasa bırakalı. Seni gördüğüm her gün bir gül dikiyorum. Yüreğimde senden ibaret bir gül bahçesi var, büyütüyor seni içimde git gide. Dokunamıyorum ama, koklayamıyorum da.    Seni görüyorum, hatta yeterince gördüğüme de inanıyorum. Mesela geçen gün servis beklerken bir arkadaşınla hararetli bir konuda tartışıyordun. Dedim ki kendi kendime eğer tıkandıysa bir noktada, bir erkeğe göre küçük, dokunamasam da yumuşacık olduğunu hissettiğim sağ elinin işaret parmağıyla kalın sol kaşının altına dokunacak, sonra küçük kulaklarına nispeten irice olan sol kulak memesine dokunacak, en sonunda da aynı elinin baş ve işaret parmaklarıyla dudaklarının iki kenarında bir yağ tortusunu temizler gibi hafifçe okşayacak.    Kesinlikle haklı olduğuna inandığın bir konuysa eğer sağ elinle sol göğsünü kaşırdın bu sefer. Üzerinde mont da olsa, tişört de olsa kaşırdın, burada kaşıdığın, dokunmanın hayaliyle yaşadığım ten

İLK TOKAT

Babamdan yediğim ilk tokat mıydı bilmiyorum ama son olduğuna eminim. Çok fazla yeşili olmayan bir yerde başladım ilkokula ben. Hikayesi pek farklı değil aslında, klasik bir polis ailesinin standart bir bireyi, doğduğu, büyüdüğü yer başka, memleketi başka. İşte bu başkalar arasında taştan topraktan başka bir hayat belirtisinin olmadığı dağlara bakan bir ilçede, Lice’de ilk defa kara önlüğü giymeye başladım. Hayat o kadar sıradandı ki orada akşamları, bazı kareler silinse de hafızamdan yine de uzun ve sıkıcı bir film gibi ara sıra benim için kapalı gişe oynar. Her gece lojmanların taranması, evi aydınlatan ışıkların kapatılması, tüm ailelerin bir evde toplanması, perdelerin sıkı sıkı kapatılması, çocukların erkenden yatırılması, televizyonda çıkan ve zamanın siyasetçilerine ait kuklalarla hiciv sanatının icra edilmesi, silah seslerine kulakların alışması, “acaba sabah babamı görebilecek miyim?” sorusunun çocukların, “kocam dönmezse ya artık geri, ben onsun ne yaparım?” sorusunun

A ROAD TRIP CONVERSATION*

Our factory manager and I were headed towards Istanbul as we have been doing for the last three months after the work hour every weekday. It sometimes helped us to understand each other better as we both endured to travel so much; however, we were frequently worn out as well. I was in my mid 20s, and he was half way through his fifties. He was almost thirty years older than me, yet we always found something to talk about thanks to the fact that we had graduated from the same university, which allowed us to find the least common denominator and move from there. Much as the factory manager liked chattering a lot, I intervened now and then to take turns in talking. I haven’t talked to my dad in my whole life as much as I talked to this man whose existence I wasn’t aware of until three months ago. I am not sure if this weird situation stems from my father or me. He is a good person for sure. He is not a very talkative person, yet he would have a conversation with anybody who approaches

BUGÜN HAYATTAKİ SON GÜNÜM

Hayata kaç yıl önce gözlerimi açtığıma dair fikrim yok. O zamanlar zaten nüfusa da çok sonradan kayıt işlemlerinin gerçekleştirirlermiş. Annemle iletişim kurabildiğim nadir zamanlarda bana fındık zamanının sonlarında doğduğumu söylemişti. Hatta kayınpederi kızmıştı anneme hamile kaldığı, tam da fındık zamanı iş göremediği için. Bilerek o dönemde doğuracak gibi hamile kaldığını düşünmüş. Ben doğduktan sonra hayal kırıklıkları çok daha fazla artmış. Erkek bekliyorlarmış beni meğerse ki. Abilerim gibi benim de erkek olmam lazımmış, tarlada daha fazla çalışabilecek iş gücü, ele karışmayacak bir aile ferdi. Hastanedeki son günüm bugün. Etrafıma bakınıyorum, bir sürü tanımadığım yüz. Bir doktor eğilmiş gözlerimi kontrol ediyor. Yakasında bir kart var, büyük ihtimalle ismi yazıyor ama okuma yazma bilmiyorum. Zaten kız doğmuşum, hayata yenik başlamışım bir de okula gideceğim öyle mi? Dedim ya zaten ellere karışacağım, masraf yapmaya ne gerek var değil mi? Bunca yokluk içerisinde okulun m

MÜSAİT BİR YERDE ÖLECEK VAR

Haftaya yenilgiyle başlıyorum yine. 129 okunmamış mail. Tembel olduğumu sanmayın, işe başlayalı daha bir sene bile olmamışken, yöneticimle gerçekleştirdiğim performans görüşmelerinde oldukça yüksek bir puan ve övgü dolu sözler aldım. Veyahut normalde okumuş oldukları mailleri, okunmamış olarak işaretleyen, sürekli meşgul olduğunu göstermeye çabalayan tiplerden de değildimdir. Bilirim ne kadar saçma sapan bir hareket olduğunu. Neysem oyumdur.     Bir önceki hafta ise okunmamış mail sayısı 100’ün biraz altındaydı. Her hafta git gide artıyor okunmamış mailler, beklenen işler. Durumun ne kadar zorlayıcı ve çıkmaza gidici olduğunu ifade edebilmek için şunu söyleyebilirim ki, eğer haftaya sıfır okunmamış mail ile başlarsam, o hafta günlük işlerle zaten yeterince dolu olurum. Anlık istenen, beklenen o kadar çok iş var ki, bir de hepsi acele tabi. Neyse 129 okunmamış mail, sırayla başlayayım dedim. Şükür ki aralarında okunmaya bile değmez olanlar var, okunmamışların sayısının hızla az