KAHVE


Bana öylece baktı, gözleriyle merhaba dedi önce. Ben de merhaba demek istedim ama onunki gibi konuşamıyordu gözlerim. Utandım, ateşler içerisinde hissettim kendimi kış ayının ortasında. Utancımdan mıydı terlemem yoksa ona tutkumdan mı? Birkaç milisaniye içinde bunu düşündüm, ona olan tutkumdan olduğuna karar verdim. Daha ilk gördüğüm andan itibaren çekim alanına girmiştim bile.


Erkeklerin yüksek lisansa genelde askerliği ötelemek, eğer şansları da varsa bedelli askerliğe tutunmak için başladıklarını işitmiştim. Benim ne işim vardı ki? Lisanstayken sıranın en önünde oturan inek kızlardan olmadım hiçbir zaman, kötü de değildim ancak hiçbir zamanda akademik olarak ilerleyebilecek bir tip de değildim. Aslına bakılırsa başvurmayacaktım bile geri verilmemek kaydıyla yalnızca başvuru için asgari ücretin dörtte birini isteyen o üniversiteye. Abim, ben tam da tezimi bastırırken aramasaydı, bana başvuru yapıp yapmadığımı sormasaydı, başvuru parası yüksek geldi demek yerine “abi, yüksek lisans yapmanın bana katacaklarından şüpheliyim, yapmak istemiyorum” diyebilseydim ve bunun gibi daha yığınla durum üst üste gelmeseydi belki de hayatımın erkeğini hiçbir zaman göremeyecektim.

Çoğu üniversitelinin başına gelmiştir sabaha kadar ders çalışıp, sonra da o dersin sınavına geç kalmak. Benim de o gün bir kez daha başıma geldi, uyandığımda sınava çok kısa bir süre olduğunu anlamıştım. Dolaptan elime geçen ilk kıyafetleri giydim uyumuna bile bakmadan, yüzümü yıkamayı, saçlarımı düzeltmeyi, dişlerimi fırçalamayı es geçtim o sabah. Normal şartlarda balık istifi otobüslerde giderken şuursuzca araç kullanan taksi sürücülerine az sinir olmazdık arkadaşlarla. Taksiye biner binmez “abi geç kaldım, beni acilen sınava yetiştirmen lazım” dedim. Sonrasında yanlarından makaslarla geçtiğimiz araçlar ve otobüste tıklım tıkış duran insanların sinirlerini sabah sabah hoplattık biz de. Ben de artık sinir olunanlardan bir tanesiydim. Keşke tuvalete uğrasaydım diye iç geçirdim, karnım ağrımaya başladı. Kendimi birden hızla giden taksi içinde doğuma yetişmeye çalışan bir anne adayı gibi hissettim. Altı üstü sınavdı işte, kaçırsam ne olurdu ki? Bir an için yavaş gitmesini isteyecektim ancak o anda benim için hızlı gitmesinin nedeni sınava yetişmek değil de tuvalete gitme ihtiyacıydı.

Sınıfın kapısına vardığımda sınavın başlamasından yaklaşık bir saat geçmişti, kantine gidip oturmaya karar verdim ben de. Herkesin sınavı vardı anlaşılan boştu kantin, darmadağın masaların üzerlerinde boş karton bardaklar, müsvedde kâğıtlar eşlik ediyordu bana. Gecenin uykusuzluğunu atmak için aldığım kahveyi yudumlarken ara sıra ne yapacağım ben şimdi düşüncesi beni bunaltmaya başlamıştı bile. Başka şeyler düşünmeye çalıştım. Başka şeyler düşünmeye çalıştığımda aklıma ilk olarak daima lisenin daha ilk sınıfındayken benden hoşlanan o çocuk gelirdi aklıma. Benden hoşlandığını arkadaşlarıma söylemişti de nedense bana gelip doğrudan hiçbir zaman söylemedi. Yakışıklı, zeki, düzgün bir çocuktu, neden benden hoşlanıyorsa gelmedi ki yanıma? Ben de öyle sıradan bir genç kızdım nihayetinde; karşı cinsi yeni yeni tanımaya çalışan, o sıralar çok moda olan “converse” ayakkabılarında her bir tekinin farklı renkli ipleri olan, evden çıktıktan sonra eteğinin boyunu biraz kısan, eve yaklaşınca rahibe görüntüsüne tekrar büründüren, öğretmenlerden sık sık düz siyah saçlarını toplaması için ikaz alan, ikili sıralar halinde okula giriş yaparken, öğretmenlerin olmadığı diğer tarafta durup yüzündeki eser miktardaki makyajı fark etmemeleri için yüzünü öne doğru eğen…

Gelmemişti işte. Halbuki onun benden hoşlandığını öğrendiğimde ne kadar da heyecanlanmıştım, hatta ve hatta bir seferinde sırada tek başına otururken çözemediğim bir soru için yanına gitmiştim ki onun yanına gitmemin asıl nedeninin soru olmadığı çok belliydi zira ondan her zaman daha iyi notlar alıyordum. Yanına oturduğum zaman sağ yanımın yanmaya başladığını hissettim. Bu nasıl bir heyecandı, hoşlanan oydu hani, ne oldu da ben yanmaya başladım?

“Kahvenizi üzerinize döküyorsunuz!!” dominant bir sesti, bir o kadar da yumuşak, kafamı hafifçe kaldırdım ve onu gördüm. Kenetlenmek nedir sorusunun cevabı, bile bile hala daha kaynar kahveyi üzerinize dökmek olmalı. Daldığım düşünceler içerisinde onun sesiyle dünyaya döndüm. O kadar geçmişe gitmişim ki, ağzıma götürdüğümü sandığım kahveyi meğerse ki birkaç saniyedir sağ göğsüme doğru döküyormuşum. Onun sesiyle döndüm dönmesine de takılı kaldım gözlerine, ilk defa birisi bana merhaba diyordu gözleriyle. Merhaba demek istedim ben de ama diyemedim, kahve üzerime dökülmeye devam ediyordu. Bardağı elimden aldı, alırken elime dokundu, az önce kahve dökülen tenimden daha fazla yandı elim.

Üstümü biraz temizledikten sonra kantine döndüm tekrar, orada olacağını biliyordum zira eşyalarımı ona emanet etmiştim, zekice bir maveraydı benim için, beni beklemeye zorunlu hale getirmiştim onu. Sabah atladığım makyajımı yaptım, kısa kirpiklerimi biraz dolgun hale getirdim, göz kalemiyle, yeşil gözlerimi daha da ön plana çıkartması için siyah göz kalemi sürdüm, ellerime krem sürdüm, yanaklarımı hafifçe renklendirecek kadar allık sürdüm. Peki ya dudaklarım? Allah’ım ne kadar da büyük bir sorunla karşı karşıyaydım, çok stratejik belki de hayatımın geri kalanını etkileyecek bir karar vermek üzereydim, tüm dünya benimle beraber bu konuyu tartışmalıydı aslında. Sorun şuydu; hangi renk ruj sürmeliyim? İki tane ruj vardı çantamda, eğer bir tane olsaydı sorun olmayacaktı ama kahretsin ki iki tane vardı. Açtım ikisini de, miktarlarından, bitmeye yakın olduğundan anlaşılacağı üzere vişne çürüğü renkte olanı daha fazla tercih ediyordum. Diğer, belirli belirsiz açık pembe tonda olan ruj ise, neredeyse hiç kullanılmamış gibiydi.

Vişne çürüğü ruju sürersem eğer gözlerinin odağı, gözlerimden ziyade dudaklarıma kayacaktı. Bunu istemiyordum, gözlerinin benimle konuşmasını, kendisinden bahsetmesini, beni yakmaya devam etmesini istiyordum. Göz kırpmalarına bile tahammül etmek istemiyordum. Ok gibi kirpiklerinin altında simsiyah gözlerinin yeşil gözlerimle birleşmesini, birbirlerini sevmesini, sonra bir yolculuğa çıkmalarını, varlıklarının sanki birbirleri içerisinde geçmelerinden olduğunu tüm dünyaya haykırmalarını istiyordum. Bununla beraber bu renk baskında, uzun bir ilişki öncesi kadınlığımı fazlasıyla hissettirebilirdim ona. Bak sadece sen yoksun, benim peşimde koşan onlarca erkek var diyebilirdim. Bağımsızlığıma düşkünüm ben, zincirlerinle beni dizginleyemezsin… Bir dakika bir dakika, onun benim peşimde koştuğu zaten yoktu ki, ben ona vurulmuştum.

Elime açık pembe ruju aldım, bu daha güzel olacaktı. Biraz baktım ruja, yok yok, bu da olamazdı. Eğer olur da gözleri bir an yemyeşil gözlerimden dudaklarıma kayarsa bu silik renkteki ruju görüp, ne kadar da iddiasız bir kadın, kendine güvensiz diye geçirebilirdi aklından. Gözlerime güvenebilir miydim acaba, türlü türlü numaralarla yanıma gelmeye çabalayan erkeklerin başvurduğu ilk yöntem olan gözlerime iltifat olduğuna göre bir keramet vardı. Evet evet gözlerime güvenecektim. Pembe ruju sürmeye karar verdim.

Aynada boylu boyunca baktım kendime, üzerime dökülen kahvenin kalan tortularını saymazsak oldukça güzel görünüyordum. Az önce beni kavuran adamın yanına gidecektim, zaten onun da biraz aklı varsa benimle beraber kavrulacaktır. Öz güvenim yükseldi bir an ama kalbimi ağzımda hissetmeye başlayınca ellerim titremeye başladı. Ellerimi yıkasam diye düşündüm, kremin verdiği yumuşaklık gider dedim, vazgeçtim. Yüzüme biraz su çarpsam diye düşündüm, yüzümdeki boyalara zarar veririm diye düşündüm, ondan da vazgeçtim. Tek yol derin bir nefes almaktı. Uzun uzun nefes aldım verdim birkaç defa ve çıktım.

Kantin az öncekine göre daha kalabalıktı, sınavdan çıkanlar heyecanla kritikleri yapıyorlardı. Birkaç tanıdık yüz de gördüm ama o anda onlarla ilgilenecek durumda değildim. Masama geçtim ama etrafta ondan iz yoktu. Yiyecek içecek mi alıyor diye sıraya baktım ama orada da yoktu. Boyu boyunca camdan dışarıya baktım sigara içme alanına doğru orada da yoktu, acaba kenara bir yere mi geçti dışarıda diye düşünerek ben de çıktım, bakındım ama yoktu. Ağzımda hissettiğim kalp yerine başımdan aşağıya kaynar suların döküldüğünü hissettim. Anlaşılan bugün yanma günümdü. Soğuk havanın beni sakinleştirmesini, titretmesini bekledim ama olmadı. Buz gibi havada denize girenleri anlayabiliyordum, üşümenin gerçekten de fiziksel değil de zihinsel bir yanılsama olduğuna kanaat getirdim.

Boynu bükük bir biçimde masama döndüm. Sınava giremedim, gözlerinin içinde kaybolduğum adamı elimden kaçırdım, üzerime kahve döktüm. Kabus gibi bir günden uyanmam için telefonumun çalması gerekiyormuş. Arayan bölümden arkadaşımdı, derslerle ilgili bir soru soruyordu. Sınavın nasıl geçtiğini sorduğumda, sınavın ertesi gün olduğunu söyledi, önce benimle dalga geçiyor diye düşünürken sonradan sınav takvimimi kontrol edince gerçekten de o sabah sınav olmadığını anladım. Buna da şükür dedim, en azından bundan yırttık. Masa üstünden eşyalarımı toparlarken az yazılı bol numaralı bir kağıt parçası ilişti gözüme “Sınava yetişmem lazım 05…..” Bu oydu, kesinlikle oydu. Anlaşılan kahveyi temizle, ruj seç, makyaj yap derken çok fazla vakit kaybetmiştim. Sevinç dalgası her bir kılcal damarımda coşkuyla yayıldı.

Günün en kötü anı üzerime kahve dökme kaldı. Böyle kötü ana can kurban, eğer dökülmeseydi onunla nasıl tanışabilirdim ki?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN