YARDIMCI OLABİLİR MİSİNİZ?


“Çayın şekersizdi abi senin değil mi?” diye sordu. Herkesin hayalini kurduğu ve huzura erişebileceğini düşündüğü sahil kenarında, balıkçı barınağının kahvehanesinde çalışan, yaşadığın şehrin yerlisi olduğunu bilmesinden mi yoksa yıllardır asgari ücretle çalışıyor olmasına, toplum üzerinde bir “ağırlığı” olmamasına rağmen, herkesin taze, tavşankanı çay getirmesi için gözünün içine bakmasından mı bilinmez büyük bir öz güven doluydu sesi ve bitirim yürüyüşü esmer delikanlının. “Evet” dedim.

Buraya gelmeyeli aylar olmuştu. Burayı keşfetmemi sağlayan Barlas ile bir yıldan fazla olmuştur gelmeyeli. Ben ise birkaç defa kendi başıma kaçamak yaptım. Geçen sene bu zamanlardı son gelişim. Yeraltından Notlar’ı tekrar okumaya, anlamaya, kendimi keşfetmeye çalıştığım o gün kitabın birkaç sayfasını okuduktan sonra bırakmıştım. İçerisine daldığım hayali dünya haricinde etrafımda basit bir olmakla beraber o kadar çok hareketlilik vardı ki, buna kayıtsız kalamadım. Kaldığım sayfayı kıvırmadan kitabı açık ve ters biçimde masaya bıraktım.

Yakın gözlükleri burnunun uç kısmına doğru ittirmiş, orta boylu iki yaşlı adam “Ecem” isimli tekneyi ters çevirmiş zımparalıyorlardı. İkisinin de gömleklerinin kolları sıyrılmıştı ve üzerlerindeki kahverengi yeleklerle ciğerlerinin üşütmesini engellemesini sağlıyorlardı. O kadar senkron çalışıyorlardı ki, kendimi su altı balesi yapan kadınları izler gibi hissettim. Kimin için hazırlıyorlardı acaba “Ecem”’i? İkisinden birisinin veya belki de ikisinin birden torununun ismi olabilirdi ve yazın ona balık tutmayı öğretmek için denize açılacaklardı ve bunun için ön hazırlık yapıyorlardı. Belki de ikisinden birisinin âşık olduğu kadının ismiydi, birisi “Ecem”’e yıllar önce vurulmuştu, onu ailesinden istemeye gitmişlerdi, “Ecem”’in de gönlü vardı ama doğru düzgün işi olmayan adama vermemişlerdi. Adam belki de başkasıyla evlenmişti, eşinin bu konulardan hiç haberi yoktu ve hem kızına hem de bu ufak emektara o âşık olduğu kadının ismini vermişti. Bunun için belki de büyük bir aşkla emektarla ilgileniyor ve onların hikâyesini bilen en yakın dostu da ona yardımcı oluyordu.

Zımpara sesleri sanki ruhumun üzerindeki küfleri atmak istercesine siyah ruhumun en derinlerinde yankılanırken hoparlörden sela okunmaya başlandı. Yakınlarda bir yerde birileri ağlıyor, biricik oğlunun motosiklet kazası ölmesi sonucu ağıtlar yakıyordu. Belki de bir delikanlının babası ölmüştü, evin tek erkeği olarak kalan delikanlı metanetli durmaya, güçlü görünmeye çalışıyordu, içerisine akıttığı gözyaşları biraz sonra babasını toprağa verirken onun üzerine bırakacak, ağlamaktan, bağırmaktan boğazı ağrıyacaktı. Belki de bir anne, doğum esnasında, daha kokusunu içine çekemeden toprağa vermek zorunda kaldığı bebeği için ağlıyordu. Sela bitti, zımpara sesleri dâhil o an etraftaki herkes sustu. Zımparaların sesiyle eğlenen ve öten onca kuş da sustu. Deniz bile sustu, dalgasını kesti. Herkes imamın kimin ismini söylediğini pür dikkat dinledi. Kısa bir sessizlikten sonra zımpara sesleri kaldığı yerden devam etti, kuşlar ve deniz insana huzur veren seslerini çıkarmaya devam ettiler. Az ilerideki masada oturan üç yaşlı adam ölen adam hakkında konuştular. Birisi tanıyormuş, çok fazla kulak kabartmak istemedim, her zaman hüzünlüdür ölüm kim olursa olsun.

Büyük şehirlerdeki gibi oturduğunuz zaman ağzınıza çay doldurmaya çalışmazlar burada. Su bardağında soğumadan bitirdiğim çayın boşunu alıp tam dönecekken “bir tane daha alabilir miyim?” diye sordum. Eğer büyük bir çay içiyorsan büyük şehirde kimse bu istek karşısında “küçük mü?” diye sormaz, daha fazla para kazanabilmenin yollarını arar. “Büyük”. Bunu dedim ve bitirim delikanlı çay ocağına doğru gitti.

Sosyal medyada paylaşmak için ve eğer yüzden az beğeni alırsa üzüleceğimden dolayı güzel bir fotoğraf karesi arıyordum. Etrafıma bir süre bakındım, nasıl olur da “ben şu an çok huzurlu bir ortamdayım, mutluluktan geberiyorum, bana özenin” mesajını verebilirdim insanlara. Sonra bir boya kokusu geldi burnuma. Nereden geldiğini anlamaya çalışırken “Ecem”’in zımparasının bittiğini ve bazı kimyasallarla onarılacağını fark ettim. Yaşlı adamların ikisi de birer sigara yakmış karşılıklı içiyorlardı, keyif sigarası mıydı bu yoksa hüzün sigarası mı? O an benim için en büyük sorun bu olmalıydı, beğenilirse egomu okşayacak, beğenilmezse canımı sıkacak fotoğraf karesini yakalayabilmek değil. Telefonu cebime sokarak kareyi aramaktan vazgeçtim. Belki de böylece yanlarındayken canımı sıkkın gören arkadaşlarım “hep bizim yanımızda mutsuzsun” demezlerdi, çünkü onlar fotoğraflara bakarak mutluluğuma karar verirlerdi.

Bir tane Volkswagen Caddy yanaştı arkasını çay ocağına doğru getirecek şekilde. Gri renkli, arka tarafında yolcu pencereleri olmayan, ticari bir araçtı. Sinek kaydı tıraş olmuş delikanlı sürücü koltuğundan hızla inip aracın arka tarafına geçti ve kapıları açtı. Bu esnada kahvehanenin, üzerinde sarmaşıklarla kaplı, okey ve kağıt oynayanlar için vazgeçilmez bordo renkli örtü kaplı 3 masanın ve 12 sandalyenin, küllüklerin konduğu her masada 2şer adet sehpanın olduğu bahçesinde oturan herkes hep bir ağızdan nerede kaldın diye seslendi. “Geldik be aga, buradayız.” Tam bir Trakyalı şivesi vardı. Hâlbuki bitirim garsonun aksine sakalsız yüzü, spor ancak şık giyimi “ben aslında mühendistim, beyaz yakalığın artık bana göre olmadığını fark edince seyyar satıcılığa başladım, kendimi böyle daha özgür hissediyorum” der gibiydi. Kapılar açılınca tavana asılı halde kangal sucukları görünce hafif bir gülümseme aldı beni. Zihnimde onun mühendis olduğuna inandırmıştım kendimi, “adama bak koskoca mühendisken bak şimdi sucuk satıyor.” “Ne diyorsun sen Allah aşkına, kimi küçümsediğinin farkında mısın? Cesur kararlar alabilmiş, mutluluğun peşinden koşmuş bir adamı, seni gibi bir korkak nasıl oluyor da sorgulama hakkı buluyorsun kendinde?” Kendi kendimi morartmış olmanın vermiş olduğu ikilemle bir süre onları izledim. Kahvede oturan yaşlı adamlar ondan kangal kangal sucuk alıyorlardı ve güle oynaya sohbet ediyorlardı. Sucuk satan o adama çok özendim.

Onları öylece izlerken ezan okunmaya başladı. Az önce sela okuyan imamın sesiydi bu. Benim gibi sahil kenarındaki bu ağacın altına sığınmış sarmaş dolaş olan genç bir çift sandalyelerinde şöyle bir doğruldular,  az ötemde oturan üç yaşlı adam hep bir ağızdan “Aziz Allah” dediler. Sucuk satan adam, seyyar dükkânını bırakarak koştur koştur bir yerlere gitti, imamın davetine icabet edecek gibiydi.

Gözlerimi kapattım, sanki saçlarım uzunmuş gibi hafif esen rüzgârda saçlarımı dalgalandırdım, hatta sol elimle olmayan saçlarımı arka tarafa doğru attım. Bir süre ezan ve su sesinin huzuru içerisinde ruhumun karanlıklarına doğru yol aldım. Sadece karanlıktı, hayatımda yaşadığım bunca güzel anıya rağmen karanlık tüm ruhumu sarmıştı. İskelet sistemim, et yığınından ibaret, ruhumun karanlığıyla daha da ağırlaşan bedenimi taşımak için artık yeterli değildi. Boynuma yeni yaptırdığım, çözümsüzlüğü, karmaşayı, tıkanmışlığı anlatan girdap biçimindeki dövmem tatlı tatlı kaşındı. Sonrasında ezan bitti.

Ters biçimde duran kitabı olduğu yerden aldım, rüzgâr bir anda esti ve bulunduğum sayfayı karıştırmama neden oldu. Kaldığım yeri bulmaya çalışırken altı çizili birkaç satır buldum, bu benim pek tarzım değildi, okuduğum kitapların sayfalarını ne karalar ne de kenarlarını kıvırırdım. Merakla altı çizili satırları okudum; “Bu benim kırk yıllık inancım. Şimdi kırk yaşındayım, kırk yaş ise tüm bir ömür demek, bayağı ciddi bir süre. Kırk yaşından fazla yaşamak da yakışıksız, basitlik, erdemsizlik! Kırkından çok yaşayana ne denir? Dürüstçe, açık sözlülükle cevap verin. Durun ben söyleyeyim size: Kırkından sonra aptallar ve alçaklar yaşar. Bunu tüm o saygıdeğer, gümüş saçlı, hoş kokular sürünmüş yaşlıların gözünün içine bakıp söylerim! Tüm dünyanın yüzüne söylerim! …” altını çizdiğim kısmı bu kadar, devamını okursanız farklı bir anlam çıkardı ancak benim için bu kadarı yeterdi zira en mutlu anlardan bile mutsuzluk çıkartmak konusunda üzerime yoktu.

Büyük, taze bir çay getiren garsonun “doğum günü kutlu olsun abi” demesiyle bir yıl öncesine uzanan hayal dünyasından uzaklaştım. “Abi” yi lafın gelişi diyordu zira benden küçük olduğu kesindi, “beyefendi” demesi de çok resmi kaçacaktı, en iyisi bu kelimeydi. “Geçen sene 39. yaş gününde buradaydın ve seneye “son kez” buraya geleceğini söylemiştin. Nereden aklında kaldı diye sorabilirsin. Bir kitap okuyordun, Rus klasiklerinden mi ne, ben pek anlamam okumaktan, çok uzaklara dalmıştın, -aman abi çok dalma, boğulursun demiştim-, sen de –merak etme, yüzmeyi zaten sevmem, denize de girmem demiştin-, suratım düşmüştü, sen de bunu fark etmiş olacaksın ki, benimle özel bir şey paylaşmıştın –bugün benim doğum günüm, 39 yaşıma girdim, seneye buraya geleceğim, ancak son defa geleceğim-, çok merak ettim aslında ancak sormadım sana neden son defa dediğini, söylemeyeceğini biliyordum, ben de gittim ayın son gününe not aldım bu günü, sonra takvim değişince işaretledim bu günü.”

Sizden birisi o bitirim garsona “Yeraltından Notlar”’ı gönderebilir mi? Benim buradan göndermem biraz zor, merak içerisinde kalmasın çocukcağız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN