KİTAP OKUMANIN TARİHİ



Kitap okumaya başladığım yıllar ortaokulun ilk senesine denk gelir. Kütüphaneye gezi düzenlenmişti. El ele tutuşarak gitmiştik, internet âleminin olmadığı, çocukların evlerinde ya da internet kafelerde durmadığı, sokaklarda misket oynadığımız, çember peşinden koştuğumuz, tasolarla birbirimizi “kökmeye” çalıştığımız, alt sokakla “mahalle” maçları yaptığımız bir dönemde.

Yollara asfalt yeni dökülmüştü, o zamana kadar toprak yollardan oluşan mahalle araları artık asfalttı. İş makinelerinin peşinde deli divane gibi dolanıyorduk, sanki aya çıkıyorlarmış gibi mühim bir iş yapıyorlardı. Alt tarafı asfalttı, ama bu o zamanlar benim için o kadar önemliydi ki, asfaltı düzleştiren araca bakarken arkamdan korna çala çala gelen kocaman kamyonun sesini duyamayacak kadar transa geçmiştim. Beni yol kenarına bir çırpıda çeken işçi olmasa, küçücük bedenimi artık duramayacağı mesafede fark eden kamyon şoförünün kullandığı devasa kamyonun altında kalacaktım. Belki de kitap okuma maceram ertesi gün gideceğim kütüphane gezisinden önce başlamadan bitecekti.

El ele gidiyorduk asfalt dökülmüş sokaklardan geçerken. Türkçe öğretmenimiz birbirimizden kopmamamız için adeta bir çoban gibi kontrol ediyordu bizi. Sürü sağa sola yalpaladığında kontrol ediyordu hepimizi. Koyun olmaktan çok mutluydum çünkü başımızdaki çoban o kadar eşsizdi ki. En azından o yaşlardaki ben için. Gerçi şimdi de değişmiş değil bu durum, halen saygıyla anarım o öğretmenimi. Sürü ilerlerken, yavaş adımlarla ilerlemeye devam edin diye buyurmuştu çoban koyunlara. Çoban hızlı adımlarla yolun karşı tarafına geçti, büyük bir çöp kovasının kapağını kaldırdı ve içerisine tükürdü. Çobanın bu yaptığı gözümün önünden hiçbir zaman gitmedi. Yere tükürerek, sanki bir şey olmamış gibi yoluna devam eden insanların muhtemelen benimkisi gibi bir çobanları yoktu. O yaşta bir çocuğun öğretmeni, hayatta idol olarak aldığı bir insan böyle davranırsa, büyüyen o çocuğun yere tükürmesi ne mümkün?

Kütüphanenin kapısına vardığımızda öğretmenime olan hayranlığın çok daha fazla artmıştı. Ve artık devasa bir kapı bekliyordu açılmayı, bizi içeriye salmayı bekleyen. O küçücük boyumla bana ne kadar korkutucu gelmişti o kapı anlatamam. Eski bir binaydı, muhtemelen Osmanlı‟dan kalma, şehrin merkezinde, eski bir yapıydı kütüphane. Bu kapı da o zamanların kudretini, ihtişamını yansıtıyordu. Belki gururlanmam lazımdı bu yapıyla ancak o zaman bana yalnızca kocaman, eski püskü, korkutucu geliyordu o kapı.

Görünüş, aslın aynasıdır çoğu zaman. İnsanın içindeki iyilik yüzüne de yansır ya da sadece tasarımını beğendiğin bir kitabı satın alabilirsin. O korkutucu kapı da içerisinin kasvetini yansıtıyordu, bunu içeriye girince anladım. Çok katlı, tıkış tıkış kitaplarla dolu, güneş ışığı alan yerlerin tozlarının havada uçuştuğu raflar, yere her basıldığında gıcırtısından kütüphanede var olması gereken sükûneti bozan ahşap parkeler, kütüphaneden çok insana baloya gitmiş gibi hissettiren ama üzerindeki tozlardan çevreye beyaz değil de gri ışık veren avizeler, rüzgâr estiğinde tıkırdayan, camları her an düşecekmiş gibi duran, ahşabı eskimiş, camları tabaka tabaka kir olmuş pencereler.

O yaştaki bir çocuğa kitap okumayı sevdirmek, bilinçlendirmek için uygulanabilecek en iyi yöntemdi onu kütüphaneye götürmek ama böyle insan ruhunu karartan bir yere değil. Sahi bütün kütüphaneler böyle miydi? Bu sorunun cevabını o zaman veremeyecek kadar küçüktüm. Belki de oradan başka kütüphane göremeyeceğimi düşündüğüm için öyledir. Küçücük bir şehirde yaşıyorsun ve orası gidebileceğin tek kütüphane. Başka bir şehirde kütüphaneye gidilebilir miydi ki? Hem gitsem beni alırlar mıydı? Başka şehirden olduğumu anlayıp, beni yakalarlarsa, hapse atarlarsa beni, ne yapardım ben?

İçeride bir süre amaçsızca gezindim, kalın kalın kitaplara baktım ve şaşırdım. Bu kitapları nasıl okuyorlardı? Okumayı geçtim nasıl yazıyorlardı? Ben iki satır ödevi yazmaktan sıkılırken onlar nasıl oluyor da sayfalar dolusu metni yazabiliyorlardı. Nedendir bilinmez, ortamdaki ağır hava, tozlu raflar, gıcırdatmamak için özenle bastığım ahşap parke, rüzgâr estiğinde titreyen camlar, tepeme düşmesinden korktuğum avizeler beni içine çekmeye başladı. Girdap beni içine çekiyordu, kendimi kitaplara doğru çekilir buldum, çok değerli bir mücevhere dokunmanın çekincesiyle ellerim kitaplara gidiyordu ama bir türlü dokunamıyordum. Herhangi birisine, ne olduğu önemli değildi, elime alıp sayfalarını karıştırmak, içerisinde ne olduğunu incelemek istiyordum ama korkuyordum da bir yandan. Ya sayfasına bir şey olursa, ya kitabı alırken tıkış tıkış olan diğer kitaplar da yere düşerse ne yapardım ben? Kalbimin heyecanla atışı sünnetimde hediye olarak verdikleri futbol topunu aldığımdaki heyecanla eşdeğerdi. Bir yığın kıymetli hediyeler, paralar, altınlar vermişlerdi ama benim için en değerli olan o futbol topuydu. Kim bilir kaç gün onunla beraber uyumuştum, sokağa bile çıkarmamıştım o topu kirlenmesin diye. Topa dokunurkenki arzuyla, kafamdaki tüm soru işaretlerini bir kenara bırakarak elimi tam bir kitaba uzattım ki kütüphane görevlisinin tek düze ve korkutucu sesiyle elimi geri çektim.

“Kitaplara dokunma”

Ne olurdu ki dokunsam? Hırsızlık mı yapıyordum ki? Zarar mı veriyordum? Bir çocuk, küçücük bir çocuk bir kitaba ne kadar zarar verebilirdi ki? Orada geçirdiğim kalan dakikalar bunu düşünmekle geçti. Belki de bu yüzden, orada çok ucuza satılan kitaplardan yanımda beş kuruş bile olmadığı için satın alamamama pek fazla takılmadım. Eğlenceli başlayan, kütüphanenin kapısına vardığımızda korkutucu bir hale bürünen, içeriye girdiğimde ilk başta çekindiğim ama kısa bir süre sonra alıştığım ve sonra kütüphane görevlisi kadının beni ikazıyla berbat olan inişli çıkışlı bir günden sonra son derece mutsuz bir şekilde evime geldim.

Bendeki durgunluğu, hayatın koşuşturmasına kendisini bırakan ailem de fark etmemişti. Buna sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Aileme bu durumu nasıl açıklayabilirdim ki? Konuyu öğrenen babam doğrudan oraya gider ve o kadını bir güzel benzetirdi ki bunu üzüleceğimi de söyleyemem. Ama istediğim bu değildi. Fark etmemeleri ister istemez içimi burktu. Bana durgunluğumun nedenini sorabilirlerdi, derdimi paylaşmak, sorunumu çözmeye çalışmak isteyebilirlerdi, tabi önce anlamaları gerekirdi ki bu o günün şartlarında pek mümkün görülmüyordu. Ben böyle yapmayacağım, her gün çocuğumun yüzüne bakacağım, üstüne titreyeceğim, derdinin sıkıntısının olup olmadığını anlamaya çalışacağım dedim kendi kendime.

-Lütfen hakim amca, ben bir şey yapmadım ki, sadece o kitaba dokundum, içini açmadım bile.

-Sen yasaklanmış bölgeye girdin, dokunmaman gerekene dokundun, hâlbuki biz sana demedik mi dokunmak yok diye?

-Hayır, hayır, kimse bana dokunmayacaksın demedi. Hatta okulda öğretmenin kitaplara dokunmalı, onları hissetmeliyiz, böylece okuma isteğimiz daha da artar demişti.

Hâkim amca dediğim aslında öğretmenimdi. Bana kitapları dokunmayı öğütleyen öğretmenim nasıl oluyordu da beni yargılayabiliyordu?

-Yalan söylüyorsun. Dokunma dedik biz sana. Yasak olana ulaşmaya çalıştın sen. Emrimizi dinlemedin. İyi bir çocuk değilsin sen, cezalandırılman gerekiyor. Yaz kızım, gereği düşünüldü. Bu çocuğun her ne kadar okul hayatı boyunca tüm dersleri beş olmuş olsa da yeterli eğitimi almadığı anlaşıldığından, ilkokul birinci sınıfa dönmesine karar verilmiştir.

Gözlerimden yaşlar boşaldı, tek kelime söyleyememiştim. Tüm bunlar nasıl oluyordu da benim başıma geliyordu. Ne yapmıştım ki ben, sadece bir kitaba dokunmaktan başka? Babam beni nasıl oluyordu da kurtaramıyordu? Annem neredeydi, peki ya ablam?

Gözlerimi açtığımda yastığın ıslanmış olduğunu fark ettim. Rüyamdaki gözyaşlarım gerçekten de akmıştı gözlerimden.

Yasak, ceza beni kendisine çekiyordu. Her ne kadar içinde hapse girme korkusu olsa da önceki gün kütüphanede dağıttıkları üye olmak için gerekli belgeler kâğıdını elime aldım ve inceledim. Pek bir teferruat istemiyordu, o gün okul çıkışı kütüphaneye gitmeliydim.

Kütüphaneyle tanışmam, kitaplara alışmam böyle başlamıştı. Ara sıra şevkimi kıran olaylar olmuyor değildi. Bir gün raflarda kitap bakarken “karıştırma oraları, istediğin kitabı bana söyle” diye bana çıkışan kütüphane görevlisi kadın ertesi gidişimde istediğim kitabı sorduğumda “ne bileyim o kitabı, git oralara bak” diyebiliyordu. Beni oradan soğutmak için elinden geleni yaptı sanki ama kitap okumak benim için bir tutku haline dönüşmüştü bile.

Aradan geçen yıllarda kütüphane kültürü pek kalmadı sayılır, en azından benim adıma. İstediğim zaman parasını verip dilediğim kitabı alabiliyorum. Kendi evimde ufak çaplı bir kütüphanem bile oldu. Gerçi kütüphane demek fazlasıyla bencillik olur. Bende travma etkisi oluşturan o kütüphaneci kadın yüzünden midir bilinmez kitaplarımı başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmıyorum. Ola ki birisi benden kitap istese, onlara kullanma şartlarımı sıralamaya başlayınca kitabı benden ödünç almaktan vazgeçip kitapçıya satın almaya gidiyorlar. Benden başkasının dokunmasını istemiyorum kitaplarıma.

Bir süre kitap okumayınca bir pişmanlık hissi kaplıyor içimi. Bir eksiklik, bir boşluk var tarifsiz. Sonra peş peşe kitaplar okumaya başlıyorum oradan buradan. Beynim yorulunca okumaktan tekrar bırakıyorum okumayı. Bir döngüdür almış başını gidiyor. 

Zamanla okuduğu tür de değişiyor insanın. Önceleri macera romanları okurken bir yerden sonra insanın yaşayabileceği en anlaşılmaz duygu “aşk” „ın başkahraman olduğu kitaplar çıktı karşıma, kitaplarda teorik olarak aşkın ne olduğunu öğrenmiş oldum böylelikle.

Tüm iş sahalarında vardır teorik ile pratiğin farklılığı ancak konu aşk olunca aradaki uçurum git gide artıyor. Kitaplardaki aşk gerçekte yaşanan, yaşanmaya çalışılandan çok çok farklı. Peki, nasıl oluyordu da yazılabiliyordu o aşk romanları. İnsan yaşamadığı bir aşkı nasıl anlatabilirdi satırlarında.

Aşk acısı çektiğim bir zaman diliminde kendimi bu konuyu düşünürken buldum. Kitaplardaki aşkın var olabileceğine inanmıştım beni terk edene kadar. Her ne kadar inişler çıkışlar yaşamış olsam da o yazılanların varlığına inanmamı sağlayacak anlar, duygular yaşamıştım. Onunla beraberken kitap okumanın bir manası vardı benim için, çok çok daha fazla kitap okuyordum. Okuduklarımı ona anlatmanın vermiş olduğu keyfi nedense başka uğraşılardan alamıyorum, alamıyordum.

Bana hayran hayran bakışı, ağzımın içine düşecekmiş gibi duruşu, beni dinlerken etrafına yaydığı mis kokusu, elimi tutan elinin yumuşaklığı, bebeğinki gibi pürüzsüz teni, bembeyaz tenindeki sarımsı tüyleri, çıkık elmacık kemiklerinin üzerinde, kar beyazı teninin üzerinde kardelen gibi çıkan çilleri, usta bir heykeltıraşın ellerinden çıkmış olduğu anlaşılan kusursuz burnu.

Bunlardı beni kitap okumaya iten nedenler, bu anları, bu duyguları yaşayabilmek, onun bana baktığı bilmekti. Ona okuduğumu anlatamadıktan sonra bir anlam ifade etmiyor benim içi okumak.

Kütüphane görevlisi teyze beni kitap okumaya başlatmıştı aslına bakılırsa, yasak diyerek, yasağın cazibesini üzerime salarak beni kitap okumaya teşvik etmişti muhtemelen farkında olmayarak.

Bu şevki yıllar sonra bir bebek aldı benim elimden, farkında olarak, bana anlatacak bir şey bırakmayarak.

Yorumlar

  1. Zaman, hayal, tutku ve nesnel yaklaşımlarımız... Biz çok mu büyüdük... Çok mu kirlendik...Her masumiyet nasıl oluyor da bu kadar tükeniyor.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN