ÖLMEK İÇİN ERKEN


Orada olmamın amacı, cuma gecesi alkolünün etkisiyle beraber gevşeyip kızlara laf atmak değildi ya da cesaretimi toplayıp kalbimi kıran dostuma mesaj atmak da değildi. İhtiyacım olan tek şey sigara dumanını ciğerlerimin dibine kadar çektikten sonra bir süre öylece durmak, nefessiz kalıncaya, gözlerimden yaşlar gelinceye kadar, sonra öksürüklerle beraber ciğerlerimi boşaltmak, yanan boğazımdan buz gibi birayı aşağı, mideme kadar göndermek, üçüncü biraya başladıktan sonra tuvalete gitmek, üçüncü bira bitmeden tekrar tuvalete gitmek, tuvalet kapısında beklerken içerideki seslerden tahrik olmak, terli biçimde içeriden çıkan çifte gülümsemek, yerime geçtikten sonra benden sigara isteyen gay'e bir de kulak arkası sigarası vermek, onun bana flörtöz bakışlarından kaçınmaya çalışmak ve sonrasında eğer bir sperm daha yaşam bulsaydı anne rahminde, iki çocuklu bir ailenin, kaç yaşına gelirse gelsin küçük çocuğu olacağı yerde ortanca çocuğu olacağı, ne ilk göz ağrısı, ne de evin küçük sevimli olamayacağı, bu iki uçurum arasında nasıl olur da yalnızca bir sperm farkı olduğunu anlamlandırmaktı. Ne kızlara laf attım, ne dostuma mesaj attım ne de “bir sperm meselesi” konusunu anlamlandırdım. Zihnimin uyuşukluğunu ciğerlerime dolan sigara dumanıyla birleştirdim ve bu sefer kendimi “yapılan her davranışa anlam yüklemek gerekli mi?” sorusuyla baş başa buldum. Sonra cevapsız soruların içerisinde yine kaybolduğumu, beynimi yeterince çalıştıramadığı, daha doğrusu hiç çalıştıramadığımı fark ettim. Bu hissiyata daha önceden de kapılmıştım.

Güneşin insanlara küstüğü, uzun süredir sıcak yüzünü göstermediği sonbaharın son cumasıydı. Olması gerekenden çok daha karanlıktı gökyüzü. Karanlık olan ruhum muydu yoksa? Büyük keyiflerle, sevdiğim dostlarla girdiğim yılın ikinci yarısından itibaren kara bir nokta, bir kanser hücresi gibi zihnimin tüm beyazlıklarını yok etti. Büyük bir aşkla birbirimize bağlı olduğumuz, daha doğrusu benim öyle zannettiğim sevgilim beni terk etti, her zaman hayalini kurduğum Anadolu yakasında işe başladım ve huzursuzluk deryası içerisinde kendim kaybettim. Yeni evin astarı yüzünden pahalıya geldi, daha ikinci haftada evime hırsız girmesi ve içerisinde tüm hayatım olan bilgisayarı çalması da üstüne tuz biber oldu. Her telefon görüşmemde hadi artık bir kız bul veya ailen için ne yaptın diye özünden iyi niyetli ancak beni rahatsız eden sorular soran dostum, rahatsızlıklarımı anlattıktan sonra benimle iletişimi koparttı. Orta yaş bunalımı tahmin ettiğimden çok daha önce gelmişti ve kararmaya zaten çok meraklı olan ruhumu karartmıştı. Ölüm dört gözle beni bekliyordu, korkmuyordum toprak altındaki karanlıktan.

Her zaman oturduğum bar taburesine oturdum,  U şeklindeki barın duvar dibi tarafındaki bu tabure mekândaki herkesi görebilmeme imkan sağlıyordu. Taş çatlasa 20 kişi alırdı müdavimi olduğum mekân. Yıllardır gelirim kendi kendime her Cuma. Her ne kadar işten dolayı Cuma namazına gidemesem de iş sonrası demlenme işlemini burada yapmayı atlamam. Sadece kısıtlı bir sınıf insanın bildiği bu mekana beni yıllar önce bir arkadaşım getirmişti. Sevgilimden yeni ayrılmıştım ve kafamı dağıtmaya bununla beraber insan yığını olmayan bir yere ihtiyacım vardı. Tam yeriydi burası. Ne zaman buraya gelsem kimse bilmez ama ilk kadehimi bilmem kaç senemi verdiğim sevgilime kaldırırım.

Müdavim olmak iyidir, senin ne istediğini bilirler, özüne bakılırsa insanı iyi de hissettir. Hangi birayı içeceğini bilirler, kaçıncı biradan sonra “shot” yapacağını, hesabı nasıl ödeyeceğini, kaç gibi mekanı kapatacaklarını. Yıllık izinden döndükten sonra “abi neredeydin geçen hafta gelmedin, az daha evine gelecektik” diye dalga geçer konuşma yapmaları da keyif verirdi.

Stratejik konumumdan o zaman kadar binlerce insan izlemişimdir, flörtleşmeye çalışan gençler, yeni sevgililer, kavga eden çiftler, memleketi kurtaran gençler, felsefe yapmak için yanlış yerde olduğunu anlamaları için birer bira içmeleri gereken yuvarlak gözlüklü enteller, bir şekilde kız popülasyonun fazla olduğunu öğrenip kız düşürmeye çalışan abazalar, abazarla aynı günde mekana gelen ve gecenin sonunda burası da bozuldu diyen kızlar, yakalanmanın düşük olduğundan dolayı buraya yarı yaşında gelen orta halli züppeler, bir ömürün sabah 8 akşam 6 çalışarak geçmeyeceğini düşünen ve türlü türlü iş modelleri konuşan benim yaşıma yakın insanlar… Daha neler gördüm neler. O akşam ise ilk defa öyle birisini gördüm. Nasıl mıydı?

Dümdüz siyah saçları vardı, sanki halini yadırgar gibi sürekli saçlarını sağ elinin işaret parmağıyla bukle bukle hala getirmeye çalışıyordu. Saçları kıvırcıkmış da iki yıldır platonik bir şekilde bağlı olduğu erkek evlenmiş, bundan dolayı depresyona girip kendisine çok yakıştırdığı kıvırcık saçları kuaförde düzleştirmiş gibiydi. Yalnız başına öyle oturuyordu, bir yandan saçlarıyla oynarken bir yandan da köpüklü sarı sıvısını yudumluyordu. Belki de ilk defa müdavim olmam işe yarıyordu. O kadar odaklanmıştım ki ona, gözlerimi ayıramıyordum ondan. Önüme içecekler gelip gidiyordu ben ise onu izliyordum. Bir ara sigara yaktı, o an dejavu oldum, ben sanki bu anı yaşamıştım, hem de onunla yalnız tek farkla, saçları kıvır kıvırdı. Yaramaz çocukları andırıyordu. Yeni doğum yapmış bir arkadaşınızı ziyaret ettiğinizi düşünün, bebeği de sevmek istiyorsunuzdur ancak bebeği zar zor uyutmuşlardır, siz de uyandırmak istemezsin ve öylece uzaktan izlersiniz. İşte onu öylece izliyordum ben de.

Bir ara lastik bir toka çıkarttı ve güzel yüzü tamamen ortaya çıktı. Düzgün, orantılı bir yüzü vardı. Hafif kalın kaşları, parlamasını ümit ettiğim ancak bir o kadar ruhsuz bakan gözlerinin üzerinde bir çadır görevi görüyordu adeta. Bir ara barmenle konuştular ve güldü, inci dişleri ortaya çıktı, ne kadar da beyazdı. Üst dudağı kayboldu, ne kadar da kocamandı gülümsemesi. Ne konuştuklarını merak ettim, ne kadar da güzel gülüyordu. Kara gözleri o kadar mesafeliydi ki, benim gibi flört özürlü birisinin onun yanına gidip efkarına ortak olmasının ihtimali yoktu. Eğer gözlerim alkolden bulanık görmediyse gözlerinden yaşlar süzüldü, sağ elinin dışıyla önce sol göz altını sonra sağ göz altını sildi, sonra sanki yüzünü yıkarmış gibi gözlerinden yaşların tamamını sildi. O an anladım bakmaya doyamadığım gözlerinin altındaki gözyaşı torbalarının nedenini. Bununla beraber ne az önce anlattığım güneşin bizi unutması ne de içerisinde bulunduğum karanlık ruh hali aklıma geliyordu.

Ona öylece odaklanıp bakarken işte, beynimi çalıştıramamıştım. Ne yapmam ne etmem gerektiğini bilemeden öylece oturdum. Beynim ne otur diyebiliyordu ne de yanına git konuş. O an buhar olma ihtimalim olsa, bunu kabul edebilirdim. Mecburen tuvalete gidip geldikten sonra ise yerinde yoktu, belki tuvalete gitmiştir diye ümit ettim ama mekan kapanana kadar yerimden kıpırdamama rağmen onu göremedim.

Onu gördüm ya şimdi bir kere, ölmek için artık erken olduğunu düşünüyorum. Ölmeden önce yapılması gereken 40 şey listesinin başında onu bulmak var artık.






   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER