VE YAŞAMAK

Pencereden süzülen ışık huzmelerinin göz kapaklarımın ardında kendisini bilinçsiz bir biçimde saklayan gözlerime gelmesiyle uyanma vaktinin geldiğini anladım. Hafta sonunun en çok bu tarafını seviyorum, ne kadar uyumam gerektiğine telefonun saati değil de biyolojik saatin karar vermesi. Gerçi son zamanlarda heyecandan uyuyabilmek benim için pek mümkün değildi. Evet, itiraf ediyorum, aslında kâğıda değil de ona “yazdım”.
 
Hava ufak bir çocuk gibi dengesiz ve bir o kadar da masumdu. Büyükler için saçma, çocuk için çok önemli bir nedenden dolayı ağlayan çocuğun eline mevsimi ne olursa olsun verdiğiniz dondurma sonrası nasıl gülümsüyorsa hava da kasvetli, toprağı fazlasıyla suya doyurduktan sonra topraktan yükselen kokuyu hissedebilmek için belki de önce yağmurunu kesti, sonra da güler yüzünü göstererek gökkuşağı ile az önceki suratsızlığından dolayı kendisini affettirdi. Gökkuşağının büyüsüne kapılmış kendimden geçmiş bir haldeyken kim olduğunu seçemediğim birisini gördüm uzaklarda bir yerlerde. Sol kolunu kaldırmış sanki bir şeye erişmek için zıplıyordu, gözlerimi biraz kısarak odaklanmaya çalıştım ancak yine de göremeyince merakım iyice kabardı ve o tarafa doğru yürümeye başladım. Yakınlaştıkça gerçekten de havadaki boşluğa doğru el savurduğundan emin oldum ama kimdi bu amaçsızca zıplayan? Yeşil, bir an için yerde durakladığı zaman fark edebildiğim üzere neredeyse yere kadar değen, uzun yağmurluğunun şapkasını az önce dinen yağmurdan sonra çıkartmayı unutmuş olmalıydı.
 
Onu öylece izliyordum, kim olduğunu, neden böyle amaçsızca zıpladığını merak etmiyor değildim ancak illa ki duracaktı. Hoca sınıfa gelir, merakla beklediğiniz sınav sonuçlarını ders sonunda açıklayacağını söyler de ders boyunca notunuzu meraktan dersi dinleyemezsiniz ya, işte ben de bulunduğum andan tamamen bağımsız, gökkuşağının güzelliğini unutmuş biçimde bekledim. Zaman sonra durdu, bir yabancının onu izlediğini hissetmesinden mi yoksa yorulmasından mı bilinmez. Kafasını hafif öne eğip iki eliyle yağmurluğun başlığını açtı. Sanki piyango sonuçları duyurulur gibi dersin sonunda en yüksekten başlayarak sınav sonuçları açıklanırken ilk önce kendi isminiz açıklandığında nasıl bir kalp atışı hissettiğinizi hatırlayın. İşte öyle hızla atmaya başladı kalbim, şapkasını çıkardıktan sonra duştan çıkmışçasına, omuzlarını hafif geçen, genelde düz yapmaya çalıştığı, ara sıra da dalgalandırdığı, onu ilk tanıdığımda turuncu şimdilerde ise kumral saçlarını sağa sola savurdu. Kudretli havanın bile özlemini çektiği yağmur sonrası toprak kokusunu bastırır bir koku geldi. Şampuanının saçlarıyla ahengi, parfümünün vücuduyla bütünleşmesi ve bu iki karşımın koku alma yetisinden neredeyse tamamen yoksun burnumdan geçerek hemen hemen tamamen boş olan koku hafızamdan hareketle onun ismini zihnimde yaktı.   

Kokusu ile zihnimde yanan ismi gülümsemesiyle perçinlendi. Yaramazlık yapmış bir çocuğun hınzır gülümsemesi ile yemekleri beğenilmiş bir annenin mutluluk dolu gülümsemesi vardı yüzünde. Hafif çıkık, zıplamasından dolayı al al olan elmacık kemikleri hafiften şişip yükselerek, yorgun olduğunda epeyce belirginleşen ama o anda sanki hiçbir zaman sahip olmadığı, olmayacağını düşündüren hafif mor gözaltı torbalarını, koyu kahverengi gözlerinin ışıltısını net biçimde ortaya çıkartsın diye kısacık kaşlarına doğru yaklaştı. Sol gözüne gelen bir perçem saçı sağ elinin içiyle geriye doğru attı. Gülümsemesini, güzel gözlerini göstermesini, beni var olduğum noktada hapsetmek için yaptı sanki o hareketi zira merhaba diyerek bana doğru bir adım attığında bacaklarımı hissetmediğimi ve gözlerinden gözlerimi alamadığımı fark ettim. Bacaklarım varlığını anlayabilmek için aşağıya doğru bakmam gerekiyordu ancak gözlerinden gözlerimi kaçırmam demek hayalini kurduğum esaretten kaçmak demekti ki bunu hiç istemiyor, bilakis gözlerine müebbet cezası ise hapsolmak istiyordum.   
   
Adımlarını takip etmem gerektiğimi anladıktan sonra yürüme yeteneğimi kaybetmediğimi fark ettim. Son zamanlarda aldığım kilolardan dolayı dizlerimin ağrısını, sert rüzgârdan dolayı çarpıldıktan sonra göğüs kafesimin sızlamasını, içtiğim fazlaca kahvenin migrenimin azdırmasını… Bunların hiçbirini hissetmedim. Hissettiğim şey sadece onunla beraber sonsuzluğa doğru yürüyüşümüzdü. İnsanoğlu nankördür, en azından kendim için öyle diyebilirim zira onunla beraber sonsuzluğa doğru yürürken, onu her an yanı başımda hissederken, o an ki huzurun tadını çıkartmaktansa yarın yaşayacağımız belliymiş gibi geleceği sordum ona. “Sevgilim olur musun?”
 
Adımları yavaşladı, ben de ona ayak uydurdum. O ana kadar pek fazla konuşmamıştık zaten ama ben bunu sorduktan sonra onun sesini hiç duymadım. Gözlerine bakmaktan çekindiğimden dolayı gözlerim gözlerine paralel aynı yöne doğru bakarken sordum bu soruyu. Çaktırmadan tepkisini anlayabilmeyi isterdim, yüzünün aldığı ifadeyi, kaşlarını çatışını veya yumuşacık gülümsemesini. Hayal kırıklığı mı yaşamıştı yoksa mutlu mu olmuştu, bunu ona bakarak algılayabilirdim ancak yapamadım.
 
İyice yavaşlayan adımlarıyla beraber ortama kasvet çöktü. İlkbaharın gelişiyle beraber yeşermeye başlayan ağaçlar yaprak döktü, yeşil çimenler siyaha döndü. Az önce güzel yüzünü gösteren güneş yine bulutların arkasına sığındı. Gökkuşağı tüm renklerini, güzelliğini aldı ve başka bir anda kullanılmak üzere cebine yerleştirdi. Bulut önce hemen yanındaki buluta laf attı ve birden kavgaya tutuştular. Sonra da diğer bulutlar bu kavgaya katıldı. Gökkuşağı değil gök gürültüsü kapladı etrafı. Ortama renk katan sadece düşen yıldırımlar oldu. Bulut ağladı, damlalarını bizim üzerimize bıraktı.

Yağmurun şiddeti arttıkça biz daha yavaş yürüdük. Tüm cesaretimi toplayıp kafamı değil sadece gözlerimi kaydırarak sağ tarafımda yürüyen kadına doğru bakmaya çalıştım. Fark edebildiğim tek şey yeşil montunun şapkasını üzerine örtmemesi ve saçlarının sırılsıklam oluşuydu. Sesimi çıkartamadım. Öylece yürümeye devam ettim onun yavaş adımlarına uyum sağlamaya devam ederken.
 
Ardından yağmur dindi ancak güneş küsmüştü bir kere, çıkmayacaktı odasından. Sonra mis gibi bir koku yayıldı etrafa. Yağmur sonrası toprak, çim kokusu değildi bu. Onun kokusuydu, ömrümün sonuna kadar buram buram içime çekmek istediğim, benden başka hiç kimsenin algılayamayacağı koku.
 
“Hayır”.
 
Mis gibi kokuyu içime çekerken balyoz gibi indi benliğime bu sözcük. Eğer bu soruyu ona hiç sormamış olsaydım onu ara sıra da olsa her bir hücremin içine kadar sokabilirdim. Dayanamadım, sordum ve böyle oldu.
 
Adımlarını hızlandırdı, ona ayak uydurabilecek enerjiyi kendimde bulamadım. Olduğum yerde öylece çakılı kaldım. Koşar adım gözden uzaklaşırken yağmur tekrar başladı. Yağmıyor, içini boşaltıyor, kusuyordu. Ben de eriyordum git gide, vücudumda bıraktığı afyon etkisi devam ediyordu ancak bu sefer mideme bir yumruk yemişim gibi hissetmeye başladım.
 
Yazmak veya yaşamak. Hayatım boyunca yalnızca yazmayı tercih etmiştim ve hayatımda ilk kez bu sefer yaşamayı tercih ettim. Yanlış tercih. Yazmak her zaman yaşamaktan daha güzel.
 
Kitabından daha güzel çekilmiş bir film izlediniz mi hiç?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN