BAKIŞMA

Sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atarak oturduğum koltuğa kendimi güzelce yerleştirdim. Gözlerinin içerisine bakarak konuşacaktım. Çekinecek olsam bile en kötü burnunun ucuna bakardım ve o da gözlerine baktığımı zannederdi. O da benden feyz alarak kendisine rahat bir pozisyon alma ihtiyacı hissetti. Beyaz ile krem rengi arasında, üzerinde kırmızı güller olan şalını boynundan çıkartmaya çalışırken boynunu hafifçe sola doğru eğdi. Kulak memeleri örtecek uzunlukta kat kesilmiş kısa saçları boynunun pürüzsüzlüğünü iyiden iyiye açığa çıkartıyordu. Güllerin rengiyle uyumlu, meyvenin kendisini sevmekle beraber, çikolata, likör gibi farklı karışımlarda sevmediği vişnenin rengindeki ruju dudaklarını hafifçe ısırdı.

Bana o kısa süre içerisinde bakmamasından cesaret alarak uzun uzun onu izledim. Şalını çıkartışı, bunu yaparken dudaklarını ısırması, kaşlarını kaldırdığında altın oranla uyumlu alnın hafif kırışması, tüm bunları çevik ve bale yapar gibi bir o kadar da estetik yaparken, sol yana eğdiği boynunu düzeltip kafasını kaldırdığında gözlerimizin kenetlenmesi, çok kısa bir an öylece kalmamız…

Yaşam işte tam da o andan ibaret olmalıydı, o anın oluşturduğu utangaçlık ve masumiyetle karışık mutluluk duygusundan. Albert Camus’un kitabında yazdığı, otobüsteyken hiç tanımadığım ve sonradan öğretmen olduğunu öğrendiğim biriyle, inmem gereken duraktan birkaç durak sonra inmeme neden olan sohbeti başlatan “Mutlu Ölüm” tam olarak o an gerçekleşebilir miydi? Bir an, ne kadar uzun olabilirdi ve yaşamaya devam ediyorsak eğer o anın sonsuzluğu nasıl sağlanabilirdi?

İki nefes arası kadar uzun sürdü bu kenetlenme ve bunları düşündüm. Son soruyu sorduğumda o anı kaybetmenin korkusu tüm varlığımı hızlı biçimde ele geçirdi. Bir bulut diğer bulutla kavgaya tutuştu, birbirlerine bağırdılar, yumruk attılar, yumruklarından ateşler çıktı, sonra yeryüzüne gözyaşları damlamaya başladı. “İçeri girelim mi?” dedi. Üstümüz kapalıydı ve rüzgâr da yoktu. Mutluluktan mı kaçtı, yoksa birisinin onu, kendisinden daha çok sevmesinden mi korktu? Bunu söyler söylemez kafasını aşağıya eğdi ve çok önemli bir şey yapıyormuşçasına eline aldığı şalıyla oynamaya başladı. Söylediğinin manasız olduğunun o da farkındaydı.

Orada öylece oturmaya devam ettik ve konuştuk. Bir an bile sessizlik bize eşlik etmedi. Ya benim duymaya tahammül edemediğim kaba sesim ya da onun yüzümde tebessüme neden olan yumuşacık sesi. Susulması gerektiğinde susulurdu ama susmadık çünkü susulması gerekmiyordu. O kadar açtık ki birbirimizi dinlemeye. Eskiden TRT’de siyasi parti liderlerinin bir araya gelerek görüşlerini beyan etmeleri gibi sırayla konuşuyorduk. Kimse diğerinin sesini bastırmaya çalışmıyordu. Tam tersine sırasının gelmesini istemiyordu zira birisi konuşurken diğerini izleme fırsatı buluyordu. Konuşan kişi karşısında oturanın sağ tarafından uzaklara doğru bakıyordu hemen arka çaprazında birisi oturuyormuş gibi. Susan, konuşanı sadece dinlemiyor, kana kana izleyebiliyordu. Farkında olmadan onu daha fazla konuşturmaya çalışıyordum ben de. Ara sıra bana bakacak oluyordu, gözlerimiz buluşunca anlattığı ne olursa olsun gülümseyip al yanakları daha da al oluyordu ve gözlerini hemen var olmayan kişiye doğru çeviriyordu.

Saate bakmadık hiç, telefonlar da çalmadı. Etraftan izole biçimde ne kadar süre orada oturduğumuzu hiç bilemiyorum. Birbirimize dokunmadan öyle sıkı sarıldık ki, bizi kimsenin ayırmasına imkân yoktu. Ayrılık vaktini bize kim hatırlattı da ayağa kalktık kim bilebilir ki? Yan yana yürümeye başladık ilk ayrılığımıza doğru. O an bana hüznü hissettirdi. Bir süre önce duran yağmurun toprakla beraber yaydığı hava burnuma çalındı. İçime derin bir nefes çektim. Ona bakmaya utandım, gülümserken bazen tıslama gibi bir ses çıkar ya, öyle bir ses çıkarttı. Bu kadar derin nefes almam onu gülümsetmişti. Onun saçlarının, teninin kokusunu içime çektiğimin farkında mıydı acaba? İçinden yanlış kokuyu içine çekiyorsun demiş olabilir miydi? Cevapsız sorular hanesinde birkaç soru daha yazıldı.

Ayrılık vakti geldi. Sarılmak ile sadece elimi uzatmak arasındaki o ince ikilemi yaşadım. Sarılsam, az önce dokunmadan sarıldığımız gibi, şimdi onun tenine karışsam ne kadar mesut olurdum. Yapamadım. Sadece elimi uzattım. Beklemediğim biçimde o benden daha cesurdu. Elim havadayken bana sarıldı, kısa, mesafeli ama bir o kadar da sıcak. İki yanımdan havaya öpücükler kondurdu. Sersemledim. Son defa gülümsemesini, gözlerinin parıltısını gördüm. Ve sonra uzaklaştı.

Gözden kayboluncaya kadar öylece kaldım. Bir yanım hüzünlü, bir yanım mutlu, diğer yanım endişeli beklerken Yağmur beni kendime getirdi. Uyan dedi, uyan, öyle bir dünya yok.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN