ÖLÜM SERÜVENİ - BÖLÜM 1


Nefes alamıyorum beni acile götürün dedi babam, zar zor geldiği kahvaltı sofrasında annemin şifa olsun diye içirmeye çalıştığı bir bardak suyu yaklaşık bir dakika içerisinde ancak bitirdik sonra. Artık acile gitmek bile hayatımızın o kadar sıradan bir parçası olduğu için çok da farklı gelmemişti bize babamın bu isyanı. Taksi çağırdım, babam yavaş yavaş merdivenlerden indi. Annemi arkaya, babamı ön tarafa bindirdim. Nereden bilebilirdim ki o an babamı hastane dışında gördüğüm son an olduğunu. 

Eve çıktım ve Pazar miskinliğinin tadını çıkartmaya çalıştım. Yazın bize el salladığı bir gündü. Güneş, utangaç bir köylü kızı gibi güzel yüzünü bir gösteriyor, sonra hemencecik bulutların arkasına saklanıyordu. Birkaç defa annemi aradım. Doktorların müdahale ettiklerini ve alışkın olduğumuz işlemlerin devam ettiğini söyledi. Annemin aradığını çiziklerle dolu telefon ekranımda gördüğümde kaçınılmaz sonun geldiğini hissetmiştim. Telefonu açtığımda annem ağlayarak babamı yoğun bakıma kaldırdıklarını söyledi. Kendimi apar topar hastaneye attım. Hastaneye vardığımda hala daha yoğun bakımda yer ayarlanmaya çalışıyordu. Babamın kolları bantlarla doluydu. Kan alınmaktan, serum bağlanmaktan harabeye dönüşen kollarından, bileklerinden yine çok zorlamış olmalılardı. Vardığımda babam konuşamıyordu. Bebek yüzlü annemin yüzü yaşlanmış, gözlerinden süzülen sessiz damlalar bana sarıldıktan sonra hıçkırıklarla ağlamalara dönüşüyordu. Sımsıkı sarıldım ona. Canım kaynadığında canını yakacak kadar sıkı sarıldığım kadar sıkı sarıldım. Bağıra bağıra ağlamak istiyordum ben de ama yapamadım. Annemi kollarımdan bıraktıktan sonra onu elini yüzünü yıkaması için tuvalete gönderdim. Ağlamamak için bacaklarımı tırmaladım, canımı yakmaya çalıştım. 

Yoğun bakıma yatırdıkları o günün gecesinde ne olur ne olmaz diye hastanede yatmaya karar verdim ve annemi eve yolladım. Gün içerisinde ağzına bir lokma koymaya annem de o gece başka bir hastaneye komşular tarafından acile götürülünce ne kadar aciz kaldığımı hissettim. Elimden hiçbir şey gelmiyordu o an, ne annem için ne de babam için. Yoğun bakım kapısının önünde sandalyeleri birleştirdim ve uyumaya çalıştım. Annem rahat edeyim diye çekyatın üzerine bile yumuşak bir altlık sererdi. Ama o an o yumuşacık altlık olsa bile uyuyamazdım.  

Babamın yoğun bakımda kaldığı o 37 gün boyunca hafta sonları onu ziyaret edebiliyordum. Zaten günde sadece 15 dakika izin vardı. İlk gördüğüm hafta sonu bilinçsiz biçimde uyuyordu makinelere bağlı biçimde. İkinci hafta sonuna doğru biraz ümitlenmiştik. Babam suni solunum cihazından bağımsız biçimde nefes almaya başlamıştı ve kendine gelmişti. O Cuma günü uzaklardan gelen dayım konuşmuştu babamla. Ertesi gün de annem benim girmemi istedi. Babam son zamanlarda üzerime fazlaca düşer olmuştu ve benimle konuşmanın kendisine iyi geleceğini söyledi.  

Babamın odasına doğru giderken onu karşıdan gördüm, boynunu kaldırmış bana doğru bakıyordu. Yanına vardığımda hüngür hüngür ağlamaya başladı. O an ne yapabilirim bilemedim. Sessiz kaldım öylece, sakinleşmesini bekledim. Sonra son zamanlarda alışkın olduğumuz huysuz tavrını tekrar takındı ve bağırdı. Beni ne yapıp edip çıkartın buradan, ben iyiyim, bana evde bakın, burada bizimle dalga geçiyorlar, doktorlarla hemen konuş dedi. Ondan sonra aniden gayet sakin biçimde, konuştuğun bir kız vardı o ne oldu diye sordu. Ondaki bu duygu geçişine hayran kaldım, gülümsedim. Ziyaret süresi doldu dedi hemşire. Üzerimdeki maske, eldiven ve boneleri çıkarttım. Çıkarttığım yerden yoğun bakımın kapısına giderken adımlarımı olabildiğince yavaşlattım. Sessiz birkaç damla yaş süzüldü gözlerimden, musluktan bir kovaya damlar gibi sesini duydum yere akan gözyaşlarımın yer ile buluşmasından.  

İşin çok zor anne yarın dedim anneme. Babam olabildiğince huysuz, çıkmak istiyorum dedim. Ağlamaktan hayalet gibi beyazlayan annemin gözlerinde uzun zamandır görmediğim bir heyecan gördüm. Yeter ki iyi olsun, ben onu sakinleştiririm dedi. Ama bunu hiçbir zaman yapamadı. Babamı konuşurken gören son kişi bendim. O gece fenalaştı babam ve ondan sonra hiç konuşamadı. Yanına girdiğim bir hafta sonu makineye bağlı biçimde yarı açık gözlerle bana baktı, hafifçe elini kaldırdı ve elimi sıkmaya çalıştı, sıktı da. Bir süre öyle kaldı, sonra yavaşça elimi bıraktı. Gözlerini kapattı. Hani film sahnelerinde olur ya, baba oğluna ve oğlu babasına söylemediklerini son anlarında söyler. Babam o haldeyken bile konuşamadım. Öylece ona baktım, boğazım düğümlendi, beni duymasından korkar gibi ağlamadım da. 

Son cumartesi günü yanına girdiğimde suni solunum cihazıyla beraber bile zar zor nefes alabiliyordu. İyiden iyiye zayıflamış, saçları dökülmüştü. Anlattım ona neler olup bittiğini. Barış Pınarı harekatını anlattım, onu ziyaret edenleri, arayanları, konuştuğum kızı, işlerdeki son durumu, bu sene iyi fındık olduğunu, damadının (damat demezdi hiçbir zaman, kızının eşi, onun da oğluydu) hep beraber köye gitmek istediğini… Onu haberdar ettim neler oluyorsa ama hiçbir zaman o duygusal konuşmayı yapmadım, yapamadım. O gün ablamı aradığımda babamın bir hafta daha dayanabileceğini sanmadığımı söyledim. 

Normal zamanlarda gece yatarken tek derdim kulağımın etrafında uçuşan sivrisinekti. Son zamanlarda ise en büyük korkum gece uyurken bilmediğim bir numara tarafından uyandırılmaktı. Nitekim Salı gecesi uyurken 282 alan kodlu bir numaranın aramasıyla uyandım. Babamın ağırlaştığını söylüyordu telefonun diğer ucundaki. Annemi uyandırdım, başımıza neyin gelmek üzere olduğunun ikimiz de farkındaydık ama birbirimize söyledik. Yatakları toparladık ve taksiye atlayıp hızla hastanenin yolunu tuttuk. 

Hastane, doğum ve ölümün bir arada olduğu yer. İnsanoğlu ne kadar da açıklanamaz bir varlık. Az sonra babam için son defa gireceğim o kapıya yavaş yavaş yürüdüm sanki yavaş yürüdükçe babam daha fazla hayatta kalacaktı. Merdivenleri de ağır ağır çıktık annemle beraber aynı şiirde söylendiği gibi. Yarım saattir kalbi durmuş durumda, müdahale ediyoruz dedi kapının diğer tarafından gelen doktor. Sessiz koridorlarda yan tarafta oturan birkaç kişinin bize doğru baktığını hissettim. Onların da kim bilir ne derdi vardı ve gecenin yarısında koridorlarda bekliyorlardı. Yaklaşık 15 dakika sonra başınız sağ olsun dedi bize geldiğimizde ilk haberi veren çalışan. Annemi bir yere oturttum. Ölüm raporu için birkaç bilgi verdim. Morga kaldırılmadan önce görmek ister misiniz dedi çalışan, evet dedik. Az sonra çağırdılar. Morga girmeden önce babamın yüzünü açtılar. Babamı ilk kez o kadar uzun sakallı gördüm. Sanki birkaç gün önce gördüğümden çok daha uzundu sakalları. Annemi kırmamak için neredeyse her gün sinek kaydı tıraş olurdu. Annem de bilseydi uzun sakalın babama bu kadar yakıştığını izin verirdi belki de. Hacı olmuşsun ya sen hacı dedi annem, beraber gidecektik ya, neden yalnız bıraktın beni hacı dedi annem. Babamın yüzüne dokundum, yumuşacıktı. Annemi dışarıda bir yere oturttum, görevliye yardım ettim ve babamı 3 katlı morgun ilk katındaki o akşam yatacağı yere görevliyle beraber yerleştirdik. 

Yaklaşık 6 ay önce babamın raporunu gören bir doktor arkadaşım keşkeniz kalmasın, Allah’tan ümit kesilmez ama kaçınılmaz son geliyor demişti. Ondan öncesinde de dolu dolu yaşıyorduk ancak onun bu söyleminden sonra daha da hızlandık. İçimdeki bir keşke beraber uçağa binmekti onu da yaptık. Babamın öldüğü gecenin sabahı ablamlar geldi. İş yerinden dostum bizi aldı ve öğleden sonra yeni havalimanına bizi bıraktı. Samsun’a gitmek üzere uçak beklerken uçağın kargo bölümüne babamın yerleştirilişini gördüm. Babam aşağıda biz yukarıda öylece uçtuk. Uçağa ilk kez binen annem, babama üzüntüsünde uçağın heyecanını yaşamadı, sanki her zaman kullandığı bir taşıt gibiydi.

 

Uçaktan inişimiz ve mezarlık bir sonraki bölümde…

Yorumlar

  1. Ne mutluki babanın senin gibi bir oğlu var. Allah rahmet eylesin

    YanıtlaSil
  2. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN