İLK TOKAT

Babamdan yediğim ilk tokat mıydı bilmiyorum ama son olduğuna eminim.

Çok fazla yeşili olmayan bir yerde başladım ilkokula ben. Hikayesi pek farklı değil aslında, klasik bir polis ailesinin standart bir bireyi, doğduğu, büyüdüğü yer başka, memleketi başka. İşte bu başkalar arasında taştan topraktan başka bir hayat belirtisinin olmadığı dağlara bakan bir ilçede, Lice’de ilk defa kara önlüğü giymeye başladım.

Hayat o kadar sıradandı ki orada akşamları, bazı kareler silinse de hafızamdan yine de uzun ve sıkıcı bir film gibi ara sıra benim için kapalı gişe oynar. Her gece lojmanların taranması, evi aydınlatan ışıkların kapatılması, tüm ailelerin bir evde toplanması, perdelerin sıkı sıkı kapatılması, çocukların erkenden yatırılması, televizyonda çıkan ve zamanın siyasetçilerine ait kuklalarla hiciv sanatının icra edilmesi, silah seslerine kulakların alışması, “acaba sabah babamı görebilecek miyim?” sorusunun çocukların, “kocam dönmezse ya artık geri, ben onsun ne yaparım?” sorusunun hanımların içini kemirmesi…

Gündüzlerin sıradanlığı da vardı elbette ki. Her sabah çocukların okula gönderilmesi, daha millet nedir bilmeyen öğrencilerin kar toplarının içerisine taş koyarak birbirlerine fırlatması, ani bir saldırı sonucu lojmanda kalan öğrencilerin apar topar evlerine gönderilmesi, olaylar yatışıncaya kadar beklenilmesi, ailelerin, çocukları okuldayken huzursuz olmaları, lojmanın bahçesinden kovanları toplayarak onlarla oynanması, duvarlardaki mermi izlerine bakarak hayali kahramanlar türetilmeye çalışılması ve artık günün tekrar karanlığa dönerek akşamın sıradanlığına kendisini bırakması.

Şiddet hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için ya da birbirini kırma ya da diğer duygusal hisler. Kendimi bildim bileli şiddetin içerisinde ne olduğunu bilmeden savruluyordum. Lojmanın sıradanlığından önce barakada kalırken evimizi yakmalarını, dumanlar içerisinde kendimizi dışarı atmamızı, annemin göz yaşları içerisinde çeyizlerinin kül olmasını izlemesini, babamın elinde bir kova suyla yangını söndürme çabalarını anlatmıyorum bile.

Lojmanın bahçesinde nereden bulduysa elimde bir keser ağacın gövdesine vuruyordum. Keseri zar zor kaldırırken nasıl bir hırssa bu olabildiğince kuvvetli bicinde ağaca saplayarak kendi hayalimdeki gibi beden oluşturmaya çalışıyordum. Uzun uğraşlar sonunda ağacın gövdesindeki şaheserimi bitirebilmiştim, karşısında uzanmış gururla tabloma bakarken babamın bana geldiğini gördüm. Benimle övüneceğine emindim, zira kendimce çok güzel biçimde yontmuştum o yemyeşil ağacın gövdesini.

Babamdan yediğim ilk tokat mıydı bilmiyorum ama son olduğuna eminim. Hiç konuşmadı, vurdu ve gitti. Neyi yanlış yaptığımı anlayamadım, eserimi mi beğenmemişti acaba? Ben de nedense ağlamadım, boğazım düğümlendi, boşaltmak istedim içimi ama nedense sustum. Belki de gözyaşını kimse görmeyince ağlamanın bir işe yaramayacağını düşünmüştüm.

Ertesi gün anladım ne kadar büyük bir hata işlediğimi. Meğerse ki ağaçlar da canlıymış, bir ağacı kesmek bir insanı kesmekle eş değermiş, ağaçlar olmazsa biz nefes alamazmışız, ağaçların da ruhu varmış, onları seversek daha da çabuk büyürlermiş, onlara küssek bile onlar bize hiç küsmezmiş, onlara bir kere sarılsak yetermiş.

Önceki gün düğümlenen boğazım, gözümden akmayan yaşlar, babamla beraber ektiğimiz fidanının can suyuna karıştı, göz yaşlarımla suladım babamla beraber diktiğim ilk fidanı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN