KARTON KUTU

Elime bir karton kutu verdiler ve bu paramparça olmama yetti. Bir anlam ifade etmedi değil mi sizin için? Anlatmama izin verin o halde.

Eşimle ne zaman tanıştığımızı, onu nasıl tavladığımı, onun bilinçaltına inceden inceye girdiğimi hatırlayamıyorum, oldum olası da iyi değilimdir zaten hafıza oyunlarında. Hatta bu konu ara sıra şakayla karışık başlayıp ciddiye doğru giden tartışmalara da neden olur, günlere aydınlık uyanma nedenim, eşimle beraber.

Sonrasında hikayemiz pek de farklı değil aslında bir yığın üniversite mezunu genç gibi. Uzun yıllar sevgili kalınan dönem, sonrasında işe giriş, insanları eğlendirmek ve “bakın biz evlendik, hadi hep beraber anlamsızca dans edelim” diyerek kimisinin zoraki kimisinin de gönülden geldiği düğün ve baştan aşağıya düzmenin ne kadar masraflı olduğunu ancak olayların tam olarak ortasında kaldığım zaman anladığım, yeni bir ev için biriktirilmeye çalışılan para. Halimize çok şükür, çokça yardım etti ailelerimiz. Birçok masrafın altına girdiler hepsi bizimle beraber. Filmdeki başlık parası biriktirmeye çalışan Kemal Sunal gibi, en azından çalışmadığımız günler, bugün yemek yememize gerek yok demiyorduk.

Tahmin ettiğimden çok daha keyifliydi düğün, bir an bile pistten inmedim diyebilirim. Düğünler pek bana göre değildir aslında ama ne yapabilirim, o gün yıllarca hayalini kurduğum evliliği sonunda gerçekleştirebilmiştim. Gerçi nikah memurunun “adınız” sorusuna “4 yıldır beraberiz” diye yanıt vermeseydim daha da güzel olabilirdi. Galiba biraz alay konusu oldum arkadaşlar arasında.

Evliliğimizin ilk birkaç yılında kendi kendimize yettik. Bolca seyahat ettik, yürüdük, konserlere gittik, beraberce kurslara gittik. Sonra bir gün biz neden çocuk sahibi olmuyoruz dedik kendi kendimize, bu yapacaklarımıza engel olacak mıydı? Evet, belki biraz zorlaştıracaktı ama engel olmayacaktı. Yaşımız daha ilerlemeden çocuk sahibi olmaya karar verdik. Bu dönem, bizin için oldukça çetin geçecek bir yaşamın başlangıcıydı.

Eşim, hamileliklerinin ilk döneminde sürekli bebeği düşürüyordu. Her seferinde üstüne daha çok düşüyorduk ancak engel olamıyorduk. Doktorlar anlamadığım bir yığın teşhis koyuyorlar, tedavi yöntemleri uyguluyorlardı ancak bir türlü başarılı olamıyorduk, daha dünyaya gelmelerine aylar kala yok olup gidiyorlardı. Eşim her defasında daha da bitkin hale geliyordu. Doktorlar da bu kadar düşük yapıldıktan sonra gebeliğin artık iyice riskli olduğuna ve bundan sonra dünyaya bir bebek getirmemize olanak olmadığına kanaat getirdiler.

Birkaç ay önce, eşim “ben hamileyim” dedi. Çok sıradandı onun için, heyecanlanmıyordu artık. Biz yine olabildiğince dikkatliydik ancak yine kısa süre içerisinde düşük yapacağını biliyorduk. Birkaç hafta geçtikten sonra hala her şey yolundaydı ve biz de inanamaya başladık iyiden iyiye. Moralimiz çok fazla arttı. Günden güne bebeğin anne karnında büyümesini izledik. Pardon yanlış yazdım, bebeklerin olacaktı. Eşimin hep hayalini kurduğu gibi bir kız bir erkek bebek dünyaya getirecekti.

Terden yapış yapış olduğumuz bir temmuz akşamı vücudumda bir acıyla uyandım, eşim tırnaklarını koluma geçiriyordu. Sonra bağırmaya başladı, sancı!!! Alelacele hastaneye gittik. Doktorlar daha önceden belirtmişlerdi ara sıra sancı olabileceğini, yaşamıştık da birkaç tecrübe ama hiç bu denli kuvvetli olmamıştı.

Erken doğum!!!

Daha iki ay vardı bebeklerin dünyaya gelmelerine ama anneleri gibi tez canlıydı onlar da, bir an önce gelmek istediler dünyaya, o gece geldiler de. Aslan burcu bir kız ve bir erkek dünyaya açtılar gözlerini. Hemen yoğun bakıma alındılar tabi ki. İleride kız kardeşine, abilik taslayacak olan oğlum ben senden birkaç dakika önce dünyaya geldim diye böbürlenecekti. Keşke böbürlenebilseydi. 1,6 kilo dünyaya gelen biricik oğlum sadece 70 saat tutunabildi hayata, daha annesinin kokusuna bakamadan, annesi onu kucağına alamadan. Dayamadı ve gitti.

Düşünsenize bunca yıldır hayalini kuruyorsunuz, sonunda gerçekleşiyor ya da siz öyle zannediyorsunuz ve sonsuz bir karanlık. Kucağınıza alamadığınız, ilk adım atışını, dişleri çıkarken ki o kaşıntıları, ilk baba deyişini, ilkokula gidişini, beraber çimlerde güreştiğinizi, top oynadığınızı, ergenlik dönemindeki huysuzluklarını, ilk kız arkadaşını, üniversite sınavına girerken ki yaşadığı stresi, kep fırlatırken yaşadığı mutluluğu, asker tıraşıyla elinizi öpüşünü, ilk maaşıyla sizi yemeğe götürüşünü, dünya evine girerek yaşadığı heyecanı göremeden, bir devlet dairesinde ölü bebeğinizin nüfus cüzdanını çıkartmaya çalışıyorsunuz.

Hayatımın büyük bir dönemine şahitlik etmiş olan Fatih Camisi’nin bebeğimin cenazesine de şahitlik edeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Bir musalla taşında 70 saatlik bebek, diğerinde 70 yaşında bir dede. İkisi de aynı yere gidiyordu, sonsuzluğa doğru. Cenaze namazını kıldıktan sonra, ne olduğunu anlayamadan bir karton kutu verdiler elime. Tamı tamına 1,6 kiloydu, benim bebeğimdi o, benim parçamdı ve o anda kucağımda, bensizliğe doğru yol alıyordu. Ölüm ne kadar da ciddi, dönüşü olmayan bir yol, ölüyorsun ve bitiyor, bu kadar işte. Nerede kaldı o kırgınlıklar, kavgalar, hiç yoktan yere dostunun kalbini kırmalar, iş yerinden verilen hedefler?

Hayatımda gördüğüm en küçük mezara bebeğimi defnetmeden önce son defa yüzüne bakmak istedim. Elim kadar neredeyse, minicik, o kadar güzel gülümsüyor ki bir görseniz. Sanki biraz sonra uyanacak, öyle duruyor. O ana kadar hiç ağlamamıştım, ailenin erkeği, baba güçlü durmalıydı. Bebeğimi bana gülerken görünce dayanamadım, öptüm onu kokladım.

Göz yaşları içerisinde toprağa verirken bebeğimi, Allah’tan hayatta kalan bebeğime uzun ve sağlıklı bir ömür vermesi için dua ettim.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN