BEBEKÇE BİR LİSAN (1)*

“Sevmek mastar halinde kalmalı, zira uzun uzadıya seni seviyorum diyemiyoruz”

Bu döngüden çıkabilmenin yolunun ona “seni seviyorum” demekten geçtiğine kanaat getirdim sonunda. Matematiksel hesaplara girmeden, dolaysız, aniden söylemeliydim. Öyle bir söylemeliydim ki, o an nerede olduğunu unutmalıydı. Hatta belki de kendi ismini bile unutmalıydı. Aptal aptal gülümsemeliydi, yüzü pespembe olmalıydı, gözleri parlamalıydı. Bunu söylerken öyle içten söylemeliydim ki ben de, düşünmemeliydim acaba kartlarımı erken mi oynadım, kendimi ağırdan mı satmalıyım diye. Bunun için çıktım ben de yola. Dinleyin bakalım neler oldu.

Mevsimlerden en aşık olduğum, İstanbul’u gezmek için en ideal dönem, doğduğum ayın son günü karar verdim onunla konuşmaya. Bu kararı aldığım andan itibaren bir yürek olarak atıyordu tüm bedenim. Hani oldu ya o an kalbim durdu, elektroşok cihazını göğüs kafesi civarımda uygulamanın bir manası yoktu, herhangi bir yerime de uygulanabilirdi. Örneğin kocaman kulak memem bu iş için uygun olabilirdi ya da kesmeyi unuttuğum “cansız” ayak tırnaklarım da kullanılabilirdi beni hayata döndürmek için.

Bir anda aldığım onunla konuşma kararından sonra kafamda önce onlarca senaryo geçti. Masasına bir not bırakabilirdim, şöyle yazabilirdim üzerine “Neden geldin ki buraya, neden sönmüş, üzerine sular dökülmüş ateşi alevlendirdin? Sahi, kül yeniden ateş alır mı? Dudaklarım konuşmaya başladı, o ince üst dudağın, ben seni tamamlarım diyen alt dudağınla beraber hareket etmeye başlayınca. Gözlerim görmeye başladı, benimkilerden kısa kirpiklerinin altından gözlerini görünce. Burnum koku almaya başladı, yanından geçerken yeni doğmuş gibi yayılan kokunu aldıkça.” Ee, peki ya sonra? Ne yazabilirdim ki bu notun sonuna? Bu yoldan gitmemeye karar verdim.

Öğle arası “çaktırmadan” seni yemeğe götürebilirdim. O ne olduğunu anlamadan baş başa kalırdık ki, isteyince en coşkulu konuşan kadını bile susturabilen dilim burada işe yarayabilirdi. Sonra yemeğinden bir parça alırdım, seni seviyorum demenin ilk adımı olurdu bu. Tatlıya geçtiğimiz zaman ise film kopardı, elindeki tatlı kaşığını bir anda alıp tatlısından bir parça alabilirdim. Biraz garipserdi, belki anlam veremezdi, işte tam bu esnada konuşmaya başlardım ben de; “Sözümü kesmeden beni dinlersen sevinirim” Tam olarak burada cümlenin sonunun nereye gideceğini büyük ihtimalle anlardı. Aslına bakılırsa o andan sonra kurulacak tüm cümleler boşunaydı. O zaten çoktan kararını vermişti o ilk cümlenin sonunda ya neyse boşluklar da doldurulmalıydı. “Seni ilk gördüğüm anda bir çocukluk arkadaşımı gördüğümü sandım. Sanki mahallede yakan top oynadığımız arkadaşlardan birisiydin ya da yedi taş oynadıklarımızdan. O kadar tanıdıktı ki yüzün sanki hayata senin ellerinde dünyaya gelmiştim. Bir yerlerde hep vardın, ben de bir yerlerde seni bekliyordum. İşte geldin sonunda, ellerine doğmuştum, şimdi seni her gördüğümde bebeğin poposuna vuruşan ilk şaplak gibi çarpıyor tüm varlığın ruhuma. Beni canlandırıyor, yaşadığımı hissettiriyor bana.” Ee, peki ya sonra? Bunların düşünürken bile alev alev yanarken ne diyebilirdim ki bu sözlerin ardından? Bu yoldan da gitmemeye karar verdim.

O gece yatakta uzanırken bunlar gibi bir yığın senaryoyu hem yazıp hem oynarken sızmıştım. Sabah içimde bir heyecan, sadece onun yanına gitmeyi düşünüyordum. Tek planım, plansızca onun yanına gitmek ve seni seviyorum demekti.

Bir kenara geçtim, uzun uzadıya onun izledim. Yalnız kaldığı bir anı kolladım, beklediğim an gelince derin bir nefes aldım ve yanına gittim. Günaydın dedim, gülümsedi, o da günaydın dedi. Durdum, “Ee, peki ya sonra?” der gibi bakıyordu bana. Her zamanki gibi içimdeki tüm katranı söküp atıyordu gözleri, mahcup gülümsemesi yağlarımı eritiyordu. Halbuki o günaydın dedikten sonra, ben nerede olduğumu unuttum, o an ismimi birisi sorsa söyleyebileceğimi de sanmıyorum. Sustum ve gittim.

Bebeklerin dudaklarından ilk dökülen sözcükler genelde “anne”, “baba” gibi tek kelime, söylenmesi kolay olanlardır değil mi? Diğer yandan muhtaç olduklarına da bir el uzatıştır bu kelimeler. Ben de ona muhtaçtım hâlbuki bir bebeğin annesine ve babasına muhtaç olduğu gibi. Dilim dönmüyordu uzun uzadıya “seni seviyorum” demeye. Bir bebeğin bu kadar uzun bir cümleyi sarf etmesi mümkün mü?

Sana söyleyebileceğim tek sözcük “sevmek”.



*Gözyaşı dörtlemesinin ilk yazısı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN