YENİ DÜNYA (4)*


Bu sabah sensiz uyandım. Aslında uyuyamadım, doğru cümle yataktan kalktım olmalıydı. Ara sıra dalgı gözüm sonra sanki sen varmışsın gibi uyandım. Bir an mutlu oldum ama hemencecik kayboldu o mutluluk her seferinde. Gördüklerimin rüyadan ibaret olduğunu anlamak ne kadar acı verici bir bilebilsen. Rüya devam etsin istedim her seferinde, Allah da yardım etti bana, uykuya her daldığımda seni gördüm. İşte sensiz ilk günüm böyle başladı hiçbir zaman benim olmayan ve olamayacak olan sevdiğim.
 
Aynada şişmiş gözaltı torbalarıma, seni gördüğümden beri kesmediğim sakallarıma baktım. Hayatımın tam ortasındaydın seni ilk gördüğüm andan itibaren. Şehadet ettim her an ismini anıp, günde beş defa seni izlemeye geldim, seni gördüğümden beri yemek yiyemedim, dağıttım elimde avucumda sevgiye dair ne varsa elimde, kesmedim sakallarımı seni tavaf ettiğimden beri. Tüm ibadetlerimi yerine getirmenin huşusu vardı üzerimde. Ancak dünya gözüyle ikinci bir hayata başlıyordum sensiz ve ben buna hiç hazır değildim, kapının dışında beni nelerin karşılayacağına dair en ufak bir fikrim yoktu.
 
Evden çıkınca, gün erken aydınlanmasına ve de yaz ayında olmamıza rağmen her yer zifiri karanlık gibi geliyordu gözüme. Gerçekten de böyle miydi her yer bu saatte? Kontrol ettim saatimi tekrardan, emin olamadım seninle beraber rengârenk başlayan günlerden sonra böyle bir karanlığın içerisine düşmeye. Biraz yürüdüm, gözlerimin karanlığa alışmasını beklerken hiç de öyle olmadı. Ağaçların yanından geçtim, her gün yeşiline âşık olduğum o ağaçlar simsiyahtı şimdi. Neyse dedim kendi kendime, olur öyle arada, ileride rengarenk laleler olması lazımdı, aralarında kontrast mutlaka gözüme çarpardı. Laleler de simsiyahtı. Sensiz geçen her an karanlıktı. Sensiz dünya böyle olacaktı demek bundan sonra.
 
Hayatıma girdiğinden beri yemek yiyemez oldum ya, sadece hayati fonksiyonlarımı yerine getirmek için üç beş parça bir şeyler atıyordum ağzıma. Kahvaltıda hiçbir şey yiyemedim yine de. Dolaba baktım, dolap bana baktı, yemeye bile dermanım olmadığını anladım. Öğle yemeğine gitmek ise tam bir eziyet olacaktı, gitmedim. Bir parça çubuk kraker aldım arkadaşımdan. Normalde çubuk kraker tuzlu olmaz mıydı? Hatta tuzlar dibinde birikirdi de paket bittikten sonra ağzımıza boca ederdik o dibinde kalan tuzları çocukken. Paketin dibine baktım, gerçekten de tuz vardı dibinde, peki ben neden tat alamamıştım?
 
Öğleden sonra bir arkadaş geldi, Belçika’da geçirdiği birkaç güzel gün sonunda dönmüştü ve dönerken bize de çikolata getirmişti. Çikolatayı yemek için hiçbir dürtü hissetmedim, standart zamanlarda görece olarak kalitesiz koca paket çikolatayı bitirebilirken, önümde oldukça kalite bir çikolata duruyordu. Yine de bir parça aldım ucundan. Normalde Belçika’dan gelen kaliteli bir çikolatanın bizi diyardan diyara sürüklemesi gerekmez miydi enfes tadıyla? Su içmek gibi nötr geldi, hiçbir tat almadım.
 
Su demişken aklıma geldi, bir bardak su içeyim istedim. Böbrek taşlarım düşsün diye sık sık istemesem bile su içerken günlerdir su içmediğimi anımsadım birden. Suyun normalde nötr bir tadı olması gerekmez mi? Acı geldi o su bana, günlerdir beklemiş, yosun tutmuş gibi geldi. Herkesin su içtiği bir damacanadan benim aldığım bir bardak suyun tadının acı gelmesinin başka bir nedeni olmalıydı.
 
Etrafımdaki insanlar bir yerlere koşuşturuyorlardı, kesin önemli birisi gelecekti ve bunun hazırlıkları yapılıyordu. Giydikleri kıyafetlerden de bu rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Onların koşuşturmasına baktım, kendi stabilliğime baktım, onların Grand tuvalet elbiselerine baktım, kendi sıradan, salaş kıyafetlerime baktım, sinekkaydı tıraş olmuş erkeklere baktım, seni gördüğümden beri kesmediğimi sakallarıma baktım. Bir yerde bir hata olmalıydı ama bulamadım. Normalde o koşuşturma içerisinde benim de bulunmam gerekmez miydi? Nasıl oluyor da onlar hararetle hazırlık yaparken ben su aygırı gibi öylece yerimde duruyordum?
 
Gelen gerçekten önemli birisiymiş. Herkesin saygıyla önünü iliklemesinden, mütebessim olarak kendilerini kısa ve öz tanıtmalarından anladım. Önümü ilikleyecek bir ceketim yoktu, tişörtümün önünü iliklemeye çalışsaydım eğer sarhoş muamelesi görebilirdim. Elimi uzattım, gülümsemek için çabaladım. Sahi nasıl gülümseniyordu? Sahte bile olsa insan nasıl gülümseyebiliyordu? Gülümsemedim, kendimi kısa ve öz tanıtmadım. Somurttum, ismimi söyledim ve sustum. Bu kadardı.
 
Eve geldim. Gelirken yine o siyah ağaçları gördüm. Siyah laleler dalga geçti benimle. Kıyafetlerimi çıkartmadan öylece yatağa uzandım, tavana öyle amaçsızca uzun uzun baktım.
 
Demek sensiz, yeni dünya böyle olacaktı. Renksiz, tatsız, ruhsuz, umutsuz…
 
 
 
*Gözyaşı dörtlemesinin final yazısı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN