KANDIRMACA

O kızla buluşmayı isteme nedenimin ne olduğunu bilmiyordum. İçimdeki boşluğun bir biçimde dolmasını istediğimi biliyordum ama bunu onun nasıl yapacağına dair bir fikrim yoktu.

Taksim’de Burger King’in önünde, arkadaşını, sevgilisini ya da her kimi bekliyorsa orada bekleyen onlarca kişi arasında ben de vardım o gün. Ne kadar da uzun zaman olmuştu birisini beklemeyeli. Saatime baktım, buluşmayı yarım saat geçirmişti. Hâlbuki bu ilk buluşma, insan dikkat etmez miydi? Ben buluşmaya yarım saat önceden gelmiştim ama o henüz ortalarda yoktu. Bir an oradan ayrılmayı düşünmedim de değil ama mutlaka geçerli bir nedeni vardır diye düşündüm. Acaba aynı tepkiyi sevgiliyken gösterir miydim bilemiyorum. Bekletilmekten oldum olası nefret etmişimdir. Muhtemelen o günün yüzü suyu hürmetine yine de sesimi çıkartmadım.

Karşıdan bana doğru geldiğini fark ettim. Bana önceden bahsetmiş olduğu kısa kızıl saçlarıyla gelirken ona nasıl hitap etmem gerektiğini bilemedim. Nasıl olmuştu da o ana kadar düşünmemiştim bunu? Benim gibi birkaç adım sonrasını planlamaya çalışan, somut verilerle geleceği kuran, hayal kurmaktan yoksun, geleceği planlamaktan anın içerisinde bir türlü yaşayamayan birisi nasıl oluyordu da önündeki gerçeklik karşısında söyleyecek bir söz planlamamıştı. Hâlbuki eskiden sevgilisiyle buluşmadan önce konuşmalarını, sevgilisinin vereceği muhtemel cevaplar üzerine söyleyeceklerini alternatifli bir biçimde yazardım.

Kafamın içinden geçen düşünceleri nihayetlendiremeden karşıma kadar gelmişti. Nasıl birisi olduğuna bakamamıştım bile. Şortumdan ve turuncu tişörtümden tanıdı beni, ben de onu kısa kızıl saçlarından.

İstiklal caddesinde nereye gideceğimizi bilmeden ağır ağır yürüdük. Nereye gideceğimize dair aklımda alternatifler vardı ama ne o sordu, ne de ben aklımdakileri söyledim. Kalabalığın içerisinde sürüklendik biz de.

Ne konuştuk hatırlamıyorum ancak caddenin sonuna kadar gidip, dönüşte Galatasaray Lisesi’nin karşısında oturduğumuzda yüzüne tam anlamıyla bakabildim. Yürürken ara sıra çaktırmadan bakmıştım ama o kadar kaçamak olmuştu ki o bakışlar yanağındaki gamzenin dışında başka bir şey görememiştim. Onun da bana kaçamak bakışlar attığının farkındaydım. Tatlı bir oyun oynuyorduk beraberce. Ne kadar da güzel bir heyecandı bu.

Karşılıklı oturduğumuzda, neredeyse bir saattir yürüdüğüm insanın güzelliği karşısında büyülendim. İlk anda gözlerine kilitlendim, yeşil gözleri beni esir aldı adeta. Dikkat çekmemek için gözlerimi kaçırmak istedim, yapamadım. Öylesine büyüleyiciydi ki gözlerimi ondan alabilmek için benim dışımda bir kuvvetin müdahale etmesi gerekiyordu ki tam sırada imdadıma garson yetişti ve ne istediğimizi sordu. İmdadıma mı yetişmişti sahiden? Onu oracıkta öldürebilirdim hâlbuki. Onun gözlerine saatlerce, günlerce bakabilirdim. O bana o kadar uzun süre bakabilir miydi bilmem, sıradan kahverengi gözler ve üzerinde kalın bir kaş yığını, üstelik yekpare. Onun yanımda kendimi ezilmiş hissettim, annemle babama kızdım içimden, hatta daha ileri giderek dedelerim ve ninelerime. Neden onlar renkli gözlü değillerdi de ben de böyle sıradan bir çift göze sahip olmuştum. İşin genetik, olasılık boyutunu düşünüyordum, kızıyordum onlara. Aslında dünyada bir yığın renkli gözlü insan vardı. Ama hangisinin bakışı karşımdaki kadar etkileyiciydi ki? Benim de gözlerim onun ki gibi yeşil olsa o da bana bakar mıydı benim ona baktığım gibi acaba? Sanmıyorum. Gözleri eritmeye yetiyordu beni o kısa süre içerisinde, ta ki o kahrolası garson gelene kadar.

Dünyaya döndüğümde yanaklarındaki gamzeleri daha rahat görebiliyordum. Tekrar kızdım benden büyüklerime. Neden benim de gamzem yoktu? Bir dakika bir dakika. Ben kıskanıyor muydum bu kızı? İtiraf etmeliyim ki evet. O kadar doğaldı ki gamzeleri, dere gibi duru yüzünün kenarlarında ufak su birikintileri gibi duruyordu. Gamzelerinin üst tarafında çıkık elmacık kemikleri onu daha fazla kıskanmama neden oluyordu. Benim gibi tombul yanaklı değildi. Gayet net ve belirgin yüz hatları vardı. Ön tarafı hafif kalkık burnu onun güzelliğine güzellik katıyor, asilzadelere bürünüyordu benim gözümde. Dudağındaki ruj muydu? Yok, hayır. Kendi rengiydi, boya olmadığı belli değildi. Peki, nasıl oluyordu da bir insanın dudaklarının rengi kendiliğinden vişneçürüğü olabiliyordu?

Alnını kapatan kızıl saçlarına kızmıyor da değildim. Çok etkileyiciydi saçlarının rengi, kesimi, tarzı. Kendisine özen gösterdiği belli oluyordu. Ama onun alnını da görmeliydim, o güzel yüzü çok çok daha fazla görmeliydim. Bir makas alıp kesmek geldi içimden, sonra kendime kızdım. Karşımdaki güzelliği ben nasıl değiştirebilirdim. O muhteşem bir sanatçının elinden çıkmaydı, ben nasıl olur da bu eşsiz güzelliği bozmaya çalışabilirdim?

Saçmalıyordum, yalan söylüyordum kendime. İnsanın kendini kandırmaya çalışmasının ne kadar manasız olduğunu o zaman daha iyi anladım. Sınavda “Beni kandırabilirsiniz ama kendinizi kandıramazsınız” diyen öğretmenim gözümün önüne geldi. Ne kadar da haklıydı. Hâlbuki kendimi kandırmayı ne kadar çok istedim.

Beyaz tenli güzelliğim benim. Neden benim değilsin? Ben sana dokunmadan nasıl yaşarım? Sensiz nefes almak eziyetten başka bir şey değil ki bana. Beni nasıl nefessiz bırakırsın? Sensiz adım atmak ne mümkün, yürüyemem ki yanımda sen olmayınca. Beni nasıl takatsiz bıraktın? Sen olmadan, yanımda kokun olmadan uyumak ne mümkün, uyuyamam ki sen olmayınca. Beni nasıl uykusuz bıraktın?

Beyaz tenli güzelliğim, yaşama kaynağım, bebeğim. Bana bir neden söyle, yalnızca bir neden. Sensiz yaşayabilmem için bir neden söyle.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN