ÖĞRENMEYİN ZATEN


Gelişini ilk defa bu kadar kaygıyla karşılıyorum. Bir yandan onu görmek için sabırsızlanıyorum, ne kadar büyümüş olursa olsun o benim evladım ama diğer yandan onun ne kadar bitkin olduğunu görmek de istemiyorum. Belki de ilk defa kendimi karmaşanın içerisinde bu kadar büyük bir çıkmazda hissediyorum. Oğlum 4. kattaki evimizin basamaklarını şu an çıkıyor. Oldukça yavaş çıkıyor olmalı, şimdiye kadar gelmiş olmalıydı, ayak seslerini de duyamıyorum. Yavaşça kapıdan merdiven boşluğuna doğru eğiliyorum. Sanki sürünerek çıkıyor yukarıya, sessiz sessiz, bir salyangoz gibi ağır ağır.

Sonunda karşımda beliriyor, bana bakıyor. Gözlerini görüyorum ama bana bakıp bakmadığından tam da emin değilim. Öylece karşımda duruyor. Her zaman derim ona, böyle kendince çaktırmamaya çalıştığı ama sık bıyıklarının altından kocaman görünen gülüşü yüzüne farklı bir yumuşaklık farklı bir kimlik katıyor. Onu o şekilde gören birisi, yüzü somurtkanken görse tanımayabilir de. Öyle bir gülümsüyor, gülümsemeye çabalıyor daha doğrusu. Ama yüzünde o ışıktan eser yok, kendince çaktırmadan gülerken ki etrafa yaydığı ışıktan eser yok.

Oğlum, ilk değil ama son göz ağrım karşımda bana bakıyor donuk gözlerle. Kocamın onu fazlasıyla kıskandığına eminim zira ablası da ona her zaman destek olur, kıskançlığa dair hiçbir emare göstermez ancak onun da kıskandığına eminim. İkisi de kızarlar onu bu kadar şımarttığım için ama nedendir bilemiyorum. Ona her baktığımda aklıma babam geldiği için midir bilinmez onun üzerine ayrı titriyorum ve şimdi o bana bakıyor sessizce.

Okula başladığında daha beş yaşındaydı, çantası ile hemen hemen aynı boydaydı. Öğretmenleri bir sürü kitap ve defter taşıtıyorlardı tıpkı diğer öğrenciler gibi ona da. Ancak omuzlarını hiç bu kadar çökük görmemiştim. Çabuk kızar, sonra çabuk söner, çabuk kalbi olurdu. Yüzünü astığı zamanlarda ne yapar ne eder güldürürdük yüzünü. Sanki benim göremediğim bir çanta vardı sırtında ve omuzları aşağıya çökmüştü.

Ben geldim diyerek yavaşça içeriye ayakkabılarını çıkarttı ve içeriye girdi. Aynı anda hem gülümsemeyi hem de yürümeyi beceremiyordu. Yüzü hemen düştü, sırtındaki çantayı yere bıraktı. Anneannesinin ki gibi derin bir off çekti ve bana sarıldı.

Yüzünü omzuma kapattı. Bana çok kanı kaynadığı zaman, biraz dayan sıkıca sarılacağım sana deyip kemiklerimi birbirinin içerisine girdirecek şekilde sarılırdı. Şimdi ise belli belirsiz sarılıyordu. Sessizdi. Sessizce omuzumdan aşağıya doğru akan gözyaşlarını hissediyordum. Akan her damla gözyaşı içimdeki alevi daha da fazla korluyordu. Dayanamıyordum, ben de ağlayacaktım. Ellerimle özene bezene büyüttüğüm oğlum bana sarılmış ağlıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Babam vefat ettikten sonra ilk defa sözüm kalmadı söyleyecek. Deliler gibi ağlamak istiyordum ama ağlayamıyordum. Ağzımdan iki kelime çıktı sadece.


"Ağlama oğlum"

Keşke lal olaydım da çıkmasaydı ağzımdan o iki kelime. Ben bunu söyledikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı benim bebeğim. Sustum ben de. Ne diyeceğimi bilemeden öylece sustum. Ben de ona sarılıyordum, daha sıkı sarılasım geldi, onu tekrardan içime sokasım geldi. Ana rahmindeki haline getiresim geldi. O zaman ağlamıyordur ne de olsa, ben onu orada hep korur kollardım nasılsa. Ama daha sıkı sarılamadım, öylece durdum. O ağladı, ben ağlayamadım, o bağırdı, ben bağıramadım.


Kendinden bir parçanın gözünün önünde erimesinin nasıl bir duygu olduğunu bilir misiniz?


Bilmeyin zaten.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN