YAŞA BEBEĞİM

İtiraf ediyorum ki kardeşlerime nazaran el bebek gül bebek yetiştirildim. İlk göz ağırlarıydım annemin ve babamın. Birkaç defa ölü doğmuştu yüzlerini hiç görmediğim ablalarım ve abilerim. İlk defa ben ağlayarak gözlerimi açtım hayata, ilk defa ben onlara anne, baba dedim. İlk defa ben okuma yazma öğrendim. Ondandır okutulmayan kızlarla doluyken her bir yan, ben okula gönderildim. İyi ki de gönderildim. Kolay mı öğretmen olmak, el işi öğretmeni oldum. Okulumu bitirince döndüm köyüme ve genç yaşlı demeden kadınlara bir yığın figür öğrettim, el emekleri göz nurlarını daha da parlattım.

İlk olmak iyidir iyi olmasına da tecrübesizliktir de aynı zamanda. Senin üzerinde denenir, hatalar senin üzerinde yapılır ve daha sonra diğerlerine daha güzel bir hayat sunulur. Nankörlük ediyor değilim, ailem benim için de çok uğraştı ne var ki bu, yaşadıklarımın canımı yaktığını, saçlarımın bu kadar çabuk beyazladığı, sürekli bu kadar gergin ve korumacı olduğum gerçeğini değiştirmez.

O zaman yaşadıklarımın mahalle baskısından kaynaklandığını şimdilerde daha rahat görebiliyorum. Okumuş gelmiş ve daha yirmilerinin başında bir kız, bekar oturması mümkün mü sizce köy yerinde? Hele ki düzgün bir aileden, beyefendi bir talip çıkınca… Tanıştırıldık onunla. Aslına bakılırsa o devire göre oldukça modern bir görücü usulüydü. Eşinin yüzünü nikah günü gören çok fazla arkadaşımın var olduğunu düşünürsek şanslıydım da. Bir başka şansım da karşıma çıkan kişiydi. Gördüm ve hoşlandım. Karadeniz erkeğinin fevri tarafını barındırıyordu içinde, sert ve aksi olduğu belli oluyordu. Buluşunca güldü ya bana bir kere, anladım o an içerisindeki yufka yüreği. Babasından, toplumdan nasıl görüyorsa o da öyle davranmaya çabalıyordu ancak gülünce değişiyordu, yıllarca kendisini yoğuran dinamiklerden sıyrılıp çocuk kimliğine bürünüyordu.

Böyle başladı onunla hikâyemiz. Tanıştığımızda henüz bir işi bile yoktu, sahip oldukları çay bahçelerini babasıyla beraber işletmesini saymazsak tabi. Polis olmak için başvurmuştu ve sınava çağrılmayı bekliyordu. Doğup büyüdüğü toprakları, köyünü o da seviyordu ama farklı uğraşlarda da bulunmak, zincirlerini kırmak istiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu da etkili olmuştu onunla evlenmek istememde. Seviyordum memleketimi ama ben de sığamıyordum artık, kendimi geliştirmek, büyümek, daha da büyümek istiyordum.

Sınavlara git gel yaptı ve düğünümüzden birkaç ay önce belli oldu kabul edildiği. Eğitiminin orta yerinde evlendik evlenmesine de düğünün ertesi günü eğitim yuvasına dönmesi, evli olduğum hissiyatını bir süre daha ötelememe neden oldu. Beklemeye değerdi her şeye rağmen. Sayılı gün çabuk geçecekti ve gelecekti. Ondan sonra gidecektik buralardan. Büyük bir lisede öğretmenlik yapmaya hayal ediyordum önceleri, sonrasında ise belki de kendi atölyemi açardım. Onlarca öğrenciye yol gösterici olduktan sonra kendi tasarımlarımı yapardım. Reisi cumhurun ve eşinin kıyafetlerini dikerdim. Tüm bunlar için kısa bir süre beklemem yeterliydi.

Eğitimden döndüğü günü, yanıma gelişini, elimi tutuşunu ve gözlerimin içine baka baka Lice’ye gidiyoruz deyişini hiç unutamam. Köy meydanda bekliyordum onu. Sadece bana söylemişti o gün geleceğini, sadece ben biliyordum, eşiydim onun, dünyadaki en değerli varlığıydım. Minibüsten inip bana doğru yürürken benim evlendiğim adam bu mu diye içimden geçirmedim desem yalan olur. İnsan nasıl olur da zayıflar bu kadar, omuzları çöker. Halbuki ben almıştım o üzerindeki haki renkteki paltoyu, o heybetli omuzlarında ne kadar da güzel durmuştu. Dolu doluydu o palto içerisinde. Peki şimdi bu karşıdan gelen adam nasıl oluyordu da o palto içerisinde kayboluyordu? Emanetmiş gibi duruyordu üstünde. Bana baktığında o gözlerindeki parıltıyı görmesem inanamayacaktım o olduğuna. Usulca geldi yanıma. Bir yanının koşmak istediğine adım kadar eminim, diğer yanının ise tonlarca yük taşıdığını, elimi tutup hal hatır faslını geçtikten sonra ilk görev yerim Lice demesiyle anladım.
Bu muydu yani? Hayallerimi gerçekleştirmek için uğraşacağım yer, orası mıydı? Ne diyebilirdim ki? Ben gelmiyorum demeye cesaret edebilir miydim? Belki de etmeliydim o an ama etmedim, edemedim. Bunun nedenini o an kim bilebilir ki? Mahalle baskısından çekindiğim için mi ben gelmiyorum diyemedim, yoksa onu çok sevdiğimden mi?

Önce o gitti. Ev tutacaktı adını ilk defa duyduğum ilçede, eşyaları alacaktı. Tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra da beni çağıracaktı. Öyle de yaptı. Çıktık biz de annemle beraber Karadeniz’in bu yemyeşil topraklarından sonradan. Güneye doğru gittikçe yeşil, doğada daha önce pek de rastlamadığım gri tonlara bıraktı kendini. Hayatımın rengi değişti. İşin daha da kötüsü gündüz yapılan yolculuk esnasında an be an bu renk değişimine şahit oluyordum. Nereye gidiyorum ben diye geçirdim içimde gözlerimden yaşlar süzülürken. Bu yaşlar baba ocağından ayrılmanın verdiği mahzunluktan değildi, pişmanlık gözyaşlarıydı.

Size gelin olarak girdiğim evin nasıl olduğunu anlatmamı ister misiniz? Taşlardan yapılmış, üzerinde sac olan, Karadeniz’in hırçın rüzgârına bir an bile dayanamayacak, ne olur beni yıkın diye bas bas bağıran bir ev. Hapishaneyi andıran demir parmaklıklarla örtülmüş iki küçük cam ki ilk gördüğümde hiç anlam verememiştim. Sonradan anladım ki bu bir önlemmiş! Paslanmış menteşelerle ayakta durmaya çabalayan tahta kapından içeriye girince insanın üzerine her an düşecekmiş gibi duran, ortadan hafifçe aşağıya doğru bombeli bir tavan, boyasız, harap duvarlar, yerde duran, içindeki süngerler görünen bir yatak, tek bacağı topal bir tahta sandalye, demir parmaklıklar yetmezmiş gibi içerisini zindana çeviren, orijinal rengi beyaz olmasına rağmen simsiyah perdeler ve kendini aydınlatmaktan aciz sarı tavanda sarı bir ampul... Bu kadar gelin olarak geldiğim ev. Yeşilden griye döndü hayatım bir gecede, beyazdan siyaha.

Biliyordu annem el bebek gül bebek büyüttüğü kızının burada durmak istemeyeceği. Sustum avazım çıktığınca. Söyleyecek çok fazla sözüm vardı ama sustum zira susmasaydım şu an iki koca delikanlıya annelik yapmıyor olurdum. Toparladı annem elinden ne geldiyse, adam etmeye çalıştı ev demeye bin şahit isteyen derme çatma kulübeyi. Tek bir iğne dahi taşımadım ilk zamanlar. Sonra gördüm annemin benim için çabalayan hallerini, onun hatırına ben de işin ucundan tutmaya çalıştım gönlüm elvermese de. Bu arada geceleri anneme sarılıp uyudum göreve giden eşim yokken. Ben annemle mi evlenmiştim? Beraber uyuyamadıktan sonra insan neden evlenirdi ki? Bununla beraber biz yine de bir aileydik. Annemin de bir ailesi vardı, onu bekleyen eşi, ondan yemek bekleyen çocukları, ilgilenmesi gereken tarlası. Yanımda ne kadar kaldı hatırlamıyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o eve girdiğimde annem olmasaydı, geldiğim araçla dönerdim gerisin geriye.

Hayallerimi bıraktım arkamda. Onunla bizi bağlayan kilit noktaydı belki de hayaller lakin büyük hayaller, büyük düş kırıklıklarını da beraberinde getiriyordu. Geceler boyunca daha ilkokula yeni başlamış, orada yeni tanıştığımız bir aile dostumuzun kızıyla beraber uyudum eşim yerine. Korkuyordum geceleri, bir çıt çıksa boynumuzu kesmeye, evimizi yakmaya geldi teröristler diye irkiliyordum. Çaresizlik, ne kadar da acınılası bir duygu. Dünyadan habersiz o kız çocuğuna sarılarak korkumun geçmesini sağlıyordum.

Ben de bir zamanlar bebektim, anne ve babamın nefes alan ilk bebekleri. Nereden bilebilirlerdi ki özenle yetiştirdikleri biricik evlatlarının yeni hayatına böyle başlayacağını. Şimdi daha iki günlük torunum kucağımda etrafımdakiler gözümden akan yaşlara mutluluk sıfatını yüklüyorlar. Evet, mutluyum ama o mu beni ağlatan yoksa “benim gibi ya hayallerine ulaşamazsa bu tohum” tümcesinin kaygısı mı? Bunu hiçbir zaman bilemeyecekler, varsın bilmesinler.

Yaşa sen bebeğim, çok yaşa..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

ANLAMSIZ CÜMLELER

ÖLMEK İÇİN ERKEN